Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Zengin kız, fakir oğlan



Toplam oy: 878
Mine Soysal
On8 Kitap
Uzakta, sonunu bildiğimiz halde izlediğimiz bütün o eski Türk filmleri gibi. Neler olacağını aşağı yukarı kestiriyorsunuz fakat kitabı bir kenara bırakamıyorsunuz.

Türk sineması içinde apayrı bir dünyadır Yeşilçam. Güzel ve masum kızları, yakışıklı ve mağrur delikanlıları, zalim ve zengin babaları, sevecen ve telaşlı anneleri ve çoğu bir filmden diğerine değişmeden gelen mahallelisiyle, her daim hoş geldiğimiz bir komşu evi gibidir. Televizyonun henüz hayatlarımıza girmediği, eğlence ihtiyacının çoğunlukla cümbür cemaat gidilen mahalle sinemasında karşılandığı bir dönemde, Türk sineması da en üretken dönemini yaşamıştır ister istemez. Bu dönemde üretilen filmlerin matematiği genellikle önceden bellidir. Kız zenginse oğlan fakirdir ve fakat gururludur. Kız fakirse genellikle zengin oğlanın babasının fabrikasında işçi olarak çalışmaktadır. Zengin kızın ya da oğlanın babası ille de zalimdir fakat sonunda o da elbet yola gelir. Kız ve oğlanın her ikisi de fakirse muhakkak bu ikisinden birine âşık, zengin ve kötü kalpli bir üçüncü kişi vardır. Kızın ve oğlanın aynı anda zengin olduğu bir olay örgüsüne ise pek rastlanmaz; genellikle taraflar arasında bir eşitsizlik söz konusudur...

 

Mine Soysal’ın yeni romanı Uzakta da, eski Türk filmlerinden aşina olduğumuz bir kurguya sahip. Romanın baş kişileri Malatya’dan İstanbul’a şantiyelerde amelelik etmek ve dershane parasını çıkarmak için gelen Erdo ile, başta Erdo’nun amelelik ettiği şantiye olmak üzere, hatırı sayılır bir zenginliğin mirasçısı olan Dünya. Zengin kız ve fakir oğlan... Bu denklemin içinde Erdo’nun çalışmak için Dünya’nın babasına ait şantiyeyi bulması da kaderin bir cilvesi elbette; zira başka türlü bu iki kişinin bırakın birbirini tanıması, yan yana gelmesi bile pek mümkün görünmüyor.

Öykü, başta karakterlerinin mevcudiyeti olmak üzere, bir melodramın bütün tipik özelliklerini taşıyor. Erdo doğar doğmaz kaderin sillesini yemeye başlamış bir Anadolu çocuğu. Annesi onu doğururken ölen Erdo, sevecen analığı ve kötürüm babasıyla beraber yaşıyor. Çevresi de kendisine benzeyen insanlarla dolu. Bu çevrede Erdo’ya başka hayatları tanıtan iki insan var: Reyhan Öğretmen ve Emin Öğretmen. Reyhan öğretmen Erdo’nun ilkokul öğretmeni. Aynı zamanda Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin münevver öğretmen genellemesinin özelliklerine sahip. Erdo, Emin Öğretmen’le ise lisede tanışıyor. Erdo’nun yaşıyla beraber çağ da ilerliyor sanki ve bu kez diyelim ki, yetmişlerin sonunda sürgün yemiş ve bir ölçüde de hayata boş vermiş solcu ve filozof öğretmen genellemesiyle karşılaşıyoruz. Erkek öğretmen bir yerde de Erdo’nun rol modeli. Erdo’ya okuyup öğretmen olma fikrini de, bu uğurda bir yıl inşaatlarda amelelik ederek dershane parasını kazanması fikrini de o aşılıyor. Bunun üzerine Erdo da ne yapsın, düşüyor yollara.

 

Dünya ise kayıtsız tavrı, keyfe keder halleri ve uzun sarı saçlarıyla aslında yakınen tanıdığımız bir zengin kız prototipi. Çalışanların emeğini sömüre sömüre semirmiş zengin bir babası, evliliği bir görev gibi sırtında taşıyan ve kederini beş çaylarıyla dağıtan bir annesi ve bütün hikaye boyu bizden gizlenen bir derdi var Dünya’nın. Bir de tabii ömrünü Dünya’ya vakfetmiş, onu kendi kızı gibi gören ve hayatının her anında onu kollayan bir Kadri Abi’si... Hikaye çoğunlukla Erdo’nun ve Dünya’nın bakış açısından anlatılıyor. Yer yer Kadri’nin bakış açısının devreye girmesiyle ana karakterlere dışarıdan bir bakış imkanı doğuyor. Bu bakış açısı onları daha iyi tanımamıza da yardımcı oluyor. Fakat karakterler ne kadar derinleşirse derinleşsin, klişe yanlarından kurtulmayı başaramıyorlar ne yazık ki.

 

Aslına bakarsanız bu öykü, sonunu bildiğimiz halde izlediğimiz bütün o eski Türk filmleri gibi... Neler olacağını aşağı yukarı kestiriyorsunuz fakat bu kitabı bir kenara bırakacağınız manasına da gelmiyor. Pazar sabahı, kahvaltı sonrası televizyonda yakaladığımız eksi Türk filmlerinden aldığımız hazza benzer bir hazla okumaya devam ediyorsunuz...

 

 


 

 

* Görsel: Okay Karadayılar

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.