Yu Hua’nın geçtiğimiz aylarda hayranlıkla okuduğum Yaşamak romanından sonra bir ikinci romanı daha Türkçede yayımlandı: Yedinci Gün. Yalnız bu sefer Jaguar’dan değil, Alabanda’dan ve Çince aslı yerine, İngilizce çevirisinden... Bu ön bilgiyle okuduğum kitap, beni her ne kadar dil açısından hayal kırıklığına uğratmasa da, İngilizce çevirisi hakkında okuduğum bazı eleştirilerden sonra, bu metnin bir de Türkçeye çevrilmiş olması ve bu süreçte nelerin aslına sadık kaldığı, nelerin –ister istemez– kalamadığı soruları içime bir kurt düşürmedi değil. Her halükarda Yedinci Gün, Yu Hua’nın yazarlık dehasının bütün izlerini taşıyor; yazar, ele aldığı konuların zenginliğine ve enginliğine rağmen hikayeciliğini bir kez daha zirveye taşıyarak –ne eksik ne fazla– tam kararında bir metinle tatmin edici bir okuma vaat ediyor.
Yedinci Gün, her şeyden önce güncel bir eser. Çincede 2013 yılında yayımlanmış olan romanın gücünü aldığı gerçeklik, tam da bugünün gerçekliği. Bireyi olduğu toplumla bir yazar olarak güçlü bağlar kuran Yu Hua, bu sefer gözlerini modern Çin’e çeviriyor ve bir ülkenin yüzleştiği büyük ekonomik değişimi, bunun paralelinde bir toplumun yaşadığı kolektif travmayı anlamaya ve anlatmaya çalışıyor. Yedinci Gün’ün başkahramanı Yang Fei de, onun etkileşimde bulunduğu diğer tüm karakterler de Çin’in geçirdiği büyük değişimin kendi hayatlarındaki yansımalarıyla boğuşuyor. Yu Hua, bu hem ekonomik, hem politik hem de kültürel değişimin tek tek bireylerin hayatında neler yaptığını hikaye ederken, yaşadığı ülkenin bugününün fotoğrafını çekiyor. Çin, Yaşamak’tan sonra bu romanında da adeta bir karakter olarak beliriyor ve roman boyunca onun odak noktası olarak kalmaya devam ediyor. Yu Hua, bu sırada belki bir açıdan belgesel bir sorumluluk üstlenirken, diğer yandan kurmacanın sınırsız dünyasından asla taviz vermiyor ve –yine– iyi bir kurmaca yazarı olduğunu hatırlatıyor.
Ölümle yaşam arasında yedi gün
Yedinci Gün’ün hikayesi bir sonla başlıyor, bir adamın ölümüyle, başkahramanımız Yang Fei’nin şu cümleleriyle: “Kaldığım odadan çıkıp kıraç, kasvetli şehirde tek başıma dolaşmaya başladığımda sis epey yoğundu. Bir zamanlar krematoryum diye bilinen, şimdilerdeyse cenaze evi olarak adlandırılan yere doğru ilerliyordum. Yakılma törenim saat 9:00’a planlandığından, sabah saat 9:00’da orada olmamı söyleyen bir talimat ulaşmıştı elime.” Hikaye tam bu noktadan geriye doğru yol almaya başlıyor ve Yang Fei’yi ta en baştan kendi cenazesine getiren olayları aktarıyor. Tam olarak lineer bir yol izlemeyen bu anlatı, bizzat Yang Fei’nin ağzından aktarılıyor ve onun doğumdan ölüme hayatının en önemli duraklarına uğruyor, hayatına giren ve kaderini değiştiren insanların yaşam öykülerine doğru dallanıp budaklanıyor. Bu süreçte Yang Fei ölümle yaşam arasında puslu, bulanık, belki bir “araf” olarak niteleyebileceğim bir yerde yedi gün boyunca yol alıyor; nasıl doğduğu ve nasıl öldüğü dahil her şeyi hatırlayarak gerçeğiyle hesaplaşıyor, açık bıraktığı dosyaları kapatıyor. Birinci gün Yang Fei’nin ölümüyle başlayan hikaye, yedinci günde –bütün taşların yerine oturmasıyla–tamamlanıyor.
Öte yandan bu öte-dünya sadece Yang Fei’nin değil, onun kaderini paylaşan herkesin öldükten sonra gittiği ve edebi istirahate geç(e)meden bekledikleri ve günün sonunda ayrılmak konusunda çok da ısrarcı olmadıkları, çünkü geçici de olsa onlara hayatlarında ilk kez “huzur”u buldukları bir yer. Kim peki bu iki arada bir derede insanlar? Kendi yasını tutmak zorunda kalanlar, arkasından ona bir mezar yeri “satın alacak” kimsesi olmayanlar...
Çin’in ekonomik cehenneminde, modern dünyanın acımasız çarkları arasında ölüm kalım savaşı veren “yoksul” insanlar, yeraltında yaşayan fare-insanlar, içinde yaşarken dozerler tarafından evleri yıkılanlar, karnını doyurmak için bedenini sunma olasılığını göze alabilen kadınlar, sevdikleri için böbreğini satanlar, tıbbi atık olarak “çöpe atılan” bebekler, lüks arabaların altında kalıp hayatını kaybedenler, dayanamayıp intihar edenler... Peki nasıl bir yer bu “yatacak yeri olmayanlar”ın gittiği öte-dünya? Gerçek dünyanın cehenneminden uzak, onun neredeyse antitezi olacak bir yer burası; gerçek hayatta kendine yer bulamamışların birbirine sevgiyle kucak açtıkları bir yok-yer. Evet, burada hiçbir şey olmuyor, hiçbir şey “gerçek” değil ve hayat alabildiğine yavan ama hayatın kadim bilgisine ancak hayatı yitirince erişmiş insanların sevgi bilinciyle yan yana geldikleri ve hayatta (ya da ölümde demeliyim) ilk kez eşit oldukları bir “cennet.”
Yedinci Gün, kırk bir yaşında hayatını yitirmiş bir adamın geriye doğru yaptığı bir yolculuk ve bu yolculuk vesilesiyle yapmaya fırsat bulduğu kişisel muhasebesi iken, aslında çok daha kolektif bir meseleyi tartışıyor. Bunu gerçek dışı, bazen absürt, hatta fantastik öğeleri yan yana getirerek yapıyor olsa da, aslında bugün sadece Çin’de değil, dünyanın her yerinde kendini hissettiren küresel bir buhranı masaya yatırıyor. Bunu yaparken bir sistem eleştirisi sunuyor; kapitalizmi, moderniteyi yeriyor. Ama bunu siyasetin bilindik söylemleriyle yapmıyor, büyük büyük laflar etmek yerine, mevcut sistemin tek başına bireyin hayatında, onun küçücük evreninde ne tür hasarlar yarattığına ışık tutmaya çalışıyor. Bir yandan sistemin tüm defolarını açık ederken, bireyin kendi dünyasında büyük alan kaplayan aile açmazından ya da böyle bir realitede birini çok sevmenin hallerinden de bahsediyor. Yedinci Gün bu haliyle eş derecede politik ve bireysel kalmayı başarıyor. Kurmaca bir eser olduğunu da hiç unutturmuyor, ders vermekten, didaktik olmaktan uzak duruyor.
Yu Hua’nın betimlediği dünya modern Çin. Ama anlattıkları o kadar tanıdık ki. İçinde çaresizce dönenip durduğumuz ve her gün başka başka çaresizliklere kapıldığımız dünyaya sunduğu yer yer karanlık, yer yer hüzünlü, yer yer mizahi ama kesinlikle iyimser bakış açısıyla Yedinci Gün okumaya kesinlikle değer... Yu Hua’yı henüz keşfetmediyseniz, hiç vakit kaybetmeyin derim. Romandan şu kısacık alıntıyı yapmadan edemeyeceğim: “Kendimi, yoğun bir ormanın içinde yolumu bulmaya çalışırcasına, artık sıkılaşıp yoğunlaşan anılardan kurtardım. Yorucu düşünceler uzanıp dinleniyor ama bedenim uçsuz bucaksız bir boşlukta, boş bir sessizliğin içinde hareket etmeyi sürdürüyordu. Havada kuşlar uçmuyor, suda balıklar yüzmüyor ve toprakta hiçbir şey yetişmiyordu.”
Görsel: Tolga Tarhan
Yeni yorum gönder