Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Edebiyat direnenlerin değilse eğer, hiç kimsenindir

İlk önce aklıma Sait Faik geldi nedense. Oysa o yaşamı boyunca edebiyat çevreleri içinde dışlanmayı, beğenilmemeyi, ötelenmeyi zarif ve iç burkan bir şekilde kabul etmiş gibiydi. Beğenmezler beni, hem belki de haklılar, deyip geçerdi. Peki bunun neresi direnmekti? Sait Faik, yazmaya hep devam etmişti. Onu içine almayan edebiyat dünyasının içine içine, gözüne gözüne, ölümüne, ölene kadar yazmıştı. İçindeki o büyük direnişçiyi öldürseydi, öldürmelerine izin verseydi yazmayacaktı; yazdı, direndi...

 

 

Neden geldi peki aklıma Sait Faik? Leylâ Erbil’den elbette. Edebiyatımızın en büyük isimlerinden, Leylâ Erbil’i kaybedeli birkaç gün olmuşken ve onun hayatta ve edebiyatta direniş biçimi üzerine bunca konuşuluyorken ister istemez edebiyatın zaten bir direniş biçimi olduğunu bir kez daha düşündüm kendi kendime. Ve Türkiye’de edebiyatını ve yaşamını direnerek sürdüren yazarlarımıza tek tek bir selam çaktım kendimce. 

 


Mesela hemen Yusuf Atılgan. Nasıl da sıkılarak direnmişti, sıkıntısından bir dil,  yalnızlığından bir edebiyat biçimi geliştirmişti. “Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı,” diye bitiriyordu Aylak Adam’ı. Aylak adam susuyordu ama Yusuf Atılgan, anlamayacaklarını, belki de hiç anlaşılamayacağını bile bile yazıyordu işte. 

Mesela Aziz Nesin. Aksilikte yarışacak pek az kişi çıkabilirdi önüne. Muktedirler onu susturmak ne kelime, yakmaya bile çalıştılar. Ateşlerin içinden çıktı, Rıfat Bey’ler hep kaşındı, o da onlara karşı hep yine yine yaşadı ve yazdı.  

 

Mesela Sevim Burak, delirerek kurtulan, delilikten edebiyat çıkarandı. 

 

Mesela Sevgi Soysal, o hep Tante Rosa, hep “bütün kadınca bilmeyişlerin adı”ydı. Kadının cinsel kimliğinin, cinselliğinin dibe vurduğu, vurdurulduğu bir zamanda bilmeyişini oturup yazan, yazdıkça keşfeden... Ve cinselliğini keşfettikçe de daha çok direnen bir yazardı. 

 

Mesela Oğuz Atay, düzene düzenin istediği biçimde tutunamamaktan kendine ve kendi gibi olan çaresizlere ne dersler çıkardı.

 

Mesela ders demişken Latife Tekin. Gece Dersleri, ders değil, tam anlamıyla içinde bulunduğu topluma çakmaktı...

 

Mesela Tanpınar, bir vakitler kimselerin beğenmediği kırtipil Hamdi’ydi o. Ne kadar uzun zaman anlaşılmadı. Daha doğrusu yanlış hem de çok yanlış anlaşıldı. Geçmiş zamanı alıp hastalıklı bir biçimde bugüne koymak isteyenlerden değil, zamanın geçişine yanandı. 

 

Selam çakma listem hiç kısa değil. Durup uzun uzun düşünmem gerekmiyor isimleri. Şairler hep sırada zaten, romancılar, deneme yazarları ve öykücüler... Kuşak kuşak direnmişler, biz de onları okuyarak direnmişiz, ne güzel...

Yazmak mıydı başlı başına bir dert olan, insanı belaya bulaştıran, yoksa yazarak mı bir parça olsun ferah nefes alıyordu insan. Hayata karşı, devlete, otoriteye, muktedirlere karşı geliştirdiği sonsuz duyarlığın içinde mi inadına kendi oluyordu? Bu sorulara cevap bulmak zor. Belki hepsine birden evet, belki hepsine birden hayır. Ama asıl önemli olan edebiyatın; ruhen ve fiziken iktidarla el sıkışanların değil, iktidarlara sırtını dönme cesaretini, ateşini içinde bulanlara ait olduğunu kavramak.

 

Edebiyatın zaten başlı başına direnmek demek olduğunu bir kez daha hatırlamalı. Piyasa, kariyer düşkünü yazarlar, hayatla mutlu barışık el sıkışanlar, edebiyattan ticaret çıkaranlar bize bunu hep  unutturmaya çalışıyorlar, lakin heyhat, işte bazen bir ölüm, bir yaşam, bir mucizevi patlama geliyor dayanıyor kapıya ve hatırlatıyor hepsini birer birer, o yüzden içim rahat, pek rahat... 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.