Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Jane Eyre’in aşkı burada, Uğultulu Tepeler’in tekinsizliği nerede?

Haworth kasabası… Dik bir yamacın üzerinde, kimsenin ziyaret etmek istemeyeceği kadar yalnız, küçük, korkutucu derecede sevimsiz. Hele kilisenin tam arkasında bulunan derme çatma papaz evi… Perdeleri hep sımsıkı kapalı, içeride bir ailenin yaşadığına dair herhangi bir ipucundan yoksun, tekinsiz… Oysa öyle değil. Emily, Charlotte ve Anne Bronte, burada, bu evin içinde yaşıyorlar, buradalar ve hem İngiliz hem de dünya edebiyatına ölümsüz damgalarını vurmak üzere yazıyorlar. Toplumsal hayatın yoksullar ve kadınlar üzerindeki baskılarını, içselleştirilmiş kast sisteminin insan ruhuna ettiğini, aşkın, tabiatın ve toplumun nevrozdan ayrı düşünülemeyeceğini yazıyorlar. Sıradan insanları edebiyatın içine sokarken, kadın-yazar düşüncesini de onun tam kalbine yerleştiriyorlar. Nevroz, histeri, cüretkarlık, asi tabiat, ince hastalık, sinirsel zafiyet… Aynı anda hepsinden mustaripler. Ve tüm bu ruhsal sakatlıklar, romanlarına, şiirlerine damla damla sızıyor. Ev bir deliler evi sanki, Bronte kardeşlerin önce anneleri sonra diğer iki kardeşleri ardı ardına ölüyor; evin pencereleri dümdüz uzanan iç karartıcı kırlara ve kilisenin mezarlığına bakıyor; Catherine’nin hayaleti, Jane Eyre’nin yaşamını kabusa çeviren deli kadının çığlıkları ve sinir bozucu kıkırdamaları etrafta dolaşır gibi… Edebiyat, deliliğin, hastalığın, vahşi içgüdüsel kadın tabiatının içinden fışkırıyor burada, sistemde bir tür kişisel sapma; hevesle bekliyoruz, Bronte’ler yazsınlar ve Uğultulu Tepeler, Jane Eyre, Agnes Grey, romantik edebiyatın tepelerini taçlandırsınlar diye…

 

 

 

 

 

Bütün bu başdöndürücü özellikler özellikle Uğultulu Tepeler ve Jane Eyre’in sinemada da sayısız uyarlamayı getirmesi hiç şaşırtıcı değil. Edebiyatın büyüsüyle sinemanın büyüsünün birbirine karışması, birbirini beslemesi olagelen bir şey ama bunun sonucunda ortaya büyüleyici bir şeylerin çıkması da oldukça nadir. Bunu sinema tarihi boyunca pek çok kez çekilen Uğultulu Tepeler ve Jane Eyre uyarlamalarından biliyoruz. Sinema adına yaşanan hayal kırıklığı demek çoğu. Ama sinema yine de hiç vazgeçmiyor, çok da iyi yapıyor ve 2011 yılının son ayında yönetmen Cary Fukunaga aracılığıyla başdöndürücü bir Jane Eyre veriyor bizlere…

 

 

 

 

 

 

Mia Wasikowska ile Michael Fassbender, bazılarına göre elektrikleri tutmamış olsa da, Jane Eyre ve Bay Rochester karakterlerinin haklarını veriyorlar. Tamamen karakterlere odaklanmış bir uyarlama bu. Jane’i Jane yapan, onu bu şekilde hareket ettiren, ona ışığını ve sönüklüğünü veren nedir; soruları üzerinde, kahramanın ruhunun içinde gezinip duruyoruz film boyunca. Ve Rochester’la Jane’in aşkları, aşklarının toplumsal kurallar çerçevesince imkansızlığı her dakika içimizi giderek artan bir ateşle yakmayı başarıyor. Filmin belki de tek eksiği romanın atmosferini sarıp sarmalayan nevrozu biraz ihmal etmiş olması. Yine de Jane’in eğitimdeki sevgisizlik, kızları eğitmektense ruhsal ve bedensel olarak sakatlayan okulu, kimsesizliği yeterli derecede fikir veriyor izleyenlere. Erkekler dünyasında yapayalnız bir kadın, üstelik bir kadının tek kurtuluşu olan evlilik kurumuna kabul edilmeyecek derecede fakir, sönük, zayıf ve küçük… Ancak demir gibi bir iradesi, kıvrak bir zekası ve varoluş mücadelesi verecek kadar gücü var. Toplumsal baskının ezici üstünlüğünün kendisini de yola getirmek üzere olduğunu anladığı vakit, zincirlerinden kurutulup mutluluğuna ve aşkına kavuşabiliyor. Cary Fukunaga, Jane’in varoluş mücadelesini hikayedeki aşkın büyüsünü kaçırmadan, aşkın egemenliğini göz ardı etmeden vermeyi başarıyor. Sinema tarihine nefis bir uyarlama hediye ediyor.

 

 

 

 

 

 

Peki Emily Bronte’nin neyi var? Ya da şöyle soralım Uğultulu Tepeler’in sinemayla arası neden hep bu kadar açık? Niye bu büyüleyici roman sinemada kendini bulamıyor, gösteremiyor. Uğultulu Tepeler’in Andrea Arnold tarafından çekilen yeni uyarlamasının sinema eleştirmenlerince beğenildiğinin farkındayım tabii bu soruları sorarken. Hatta Venedik’ten iki ödülle döndüğünün de… Ancak romanın ruhuna hiçbir şekilde nüfuz edemeyip, hikayenin hep yüzeyinde kaldığı da bir gerçek… Kötülükle, hastalıkla, takıntılarla, hırs ve intikam duygularıyla sarılı Catherine ve Heatcliff’in aşkı… Delilikle hep el ele... İnsan ruhunun karanlığında yankılanan bir zayıf ses, bir silik ışık gibi… İşte o kadar imkansız. Ama var; ama bir o kadar gerçek... Uğultulu Tepeler, hemen herkesin kabul ettiği üzere, başdöndürücü bir edebiyat eseri. Eserin son uyarlamasının alışıldık Viktorya dönemi havasından uzak, yeni, cesur ve doğalcı bir intikam hikayesi olduğu söylenegeliyor. Oysa tüm diğer Bronte kardeşlerde olduğu gibi Uğultulu Tepeler de Emily Bronte her şeyden önce dönemin atmosferini vermek suretiyle dönemi eleştirir. Dolayısıyla dönemin havasını almak demek bu noktada hikayenin kahramanlarından birini çalmak anlamına gelir, ki film boyunca bu eksikliği fazlaca hissediyoruz. Filmin doğalcı bir anlatımı olduğu muhakkak ancak hikaye ilerledikçe bir empresyonist tablo gibi karşımıza çıkan görüntüler hikayedeki tekinsizliği, acıyı, kötücül intikam duygularını silip atıveriyor. Uğultulu Tepeler gözlerimizin önünde yitip gidiyor… Gelelim Heatcliff’e… Heatcliff nereden geldiği bilinmeyen bir kimsesiz, her anlamda bir 'öteki'dir…(Bu arada bir bilgi notu olarak; Emily Bronte, hizmetçi Nelly aracılığıyla bize onun çok fazla esmer olduğunu söyler, hatta bir Çingene olduğunu ima eder. Ancak Heatcliff’in filmdeki gibi bir zenci olduğu, olabileceği tam olarak söylenmez.) Film Heatcliff’in gözünden, onun tutkulu, gelgitlerle dolu, ötelenen, daha en başından beri imkanı olmayan aşkının gözünden anlatılıyor. Ancak Uğultulu Tepeler’i Heatcliff’in intikam hikayesine indirgemek, işte filmin kör noktası. Andera Arnold, bu seçimiyle kahramanlarıyla da, kahramanların birbirlerine duydukları aşkla da bağlantı kurmamızı engelliyor. Uğultulu Tepeler gözlerimizin önünde yok olmaya devam ediyor.

 

 

Romanlar ve uyarlamaları… Yine de tadına doyulmuyor, sinema edebiyatı, edebiyat sinemayı varlığıyla koruma altına alıyor…

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder


Teşekkür ederiz, gerekli düzeltmeler yapıldı.


Bir düzeltme: "Howard" değil, "Haworth"; "Heatcliffe" değil "Heathcliff".

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.