Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Haber

Haber

Sartre Nabokov'a karşı (Ya da tam tersi)



Toplam oy: 735

Nabokov'u da, Sartre'ı da çok sevdiğinizi biliyoruz.  En azından (deneyimlerimize dayanarak) tahmin ediyoruz.

 

Peki bu iki yazarın neredeyse kanlı bıçaklı olduğunu, birbirlerine saldırmak için yer aradıklarını biliyor muydunuz?

 

 

 

 Jean- Paul Sartre

 

Her şey 1939 yılında Sartre'ın, Nabokov'un romanı Cinnet üzerine yazdığı kısa bir makaleyle başladı. O makalede Sartre şöyle diyordu:

 

“Bay Nabokov'un kendine saldırmak ve kendini yok etmek için duyduğu bu inanılmaz istek, onun karakterinin bir parçası olarak geliyor bana. Bu yazar gerçekten yetenekli, ancak çok eski moda. Onun ustasına, Dostoyevski'ye baktığımda, bu garip, boşa çıkan bir çaba gibi görünen roman adeta onun Delikanlı, Ebedi Koca ve Yeraltından Notlar'ına benzemeye çalışmış. Ama Dostoyevski yarattığı karakterlere inanırdı. Bay Nabokov ise kendininkilere inanmadığı gibi, romanın içindeki sanata duyduğu inancı da yitirmiş gibi görünüyor.”

 

Nabokov'un bu yazıyı okuduğunda ne hissettiği bilinmez, ancak Sartre için, bu yazının hemen ardından “Ahmakça bir makale kaleme alan komünist eleştirmen,” yakıştırmasını yapmış olduğunu biliyoruz.

 

 

 

         Vladimir Nabokov 

 

Ama asıl intikamı soğuk yemeye karar vermiş olacak ki, bu makaleden tam 10 yıl sonra, Sartre'ın Bulantı romanının İngilizceye çevrilmesi üzerine The New York Times Book Review'a bir yazı yazmış. Şimdi bir de onun yazdıklarına göz atalım ve düşünmeye koyulalım: Bu iki yazar birbirlerine niçin böyle sözler söyleme ihtiyacı duymuş olabilir!

 

“Anlaşılan o ki, Sartre'ın adı popüler bir kafe felsefesiyle ilişkilendirilebilir ve her sözde varoluşçunun kendine birkaç sülük (daha kibar bir benzetme bulamadım) bulması gibi, Sartre'ın ilk romanı Bulantı da İngilizce çevirisiyle sükse yapacağa benziyor.

 

Eğer kaba bir mizah anlayışınız yoksa, bir diş doktorunun sürekli yanlış dişi çekmesi komik kabul edilmez. Yayınevleri ve çevirmenler ise, nedense bunu hep yapıyorlar sanırım. Bay Alexander'ın hataları üzerinde ne yazık ki yerimin darlığı sebebiyle fazla durmayacağım. Bu hatalardan bazıları şunlar:

 

1. “Kendi birikimleriyle genç bir koca satın alan kadın,” cümlesi çevirmence “Kendini ve birikimlerini genç kocaya sunan kadın,” olarak değiştirilmiş.

 

2. “Pejmürde ve kötü niyetli görünüyordu,” cümlesindeki sıfatlar Bay Alexander'ın kafasını karıştırmış olacak ki, kendisi cümlenin sonunu getirmemiş ve birinin bu boşluğu dolduracağını düşünmüş. Ancak kimse doldurmamış ve İngilizce çeviride sadece “görünüşü” olarak yer almış.

 

3. Fransız bir yazar olan Ghéhenno'ya yapılan atıf, kitapta “Gehenna'lı yaşlı adam” olarak yer almış.

 

Taşıdığı edebi değer göz önüne alındığında, Bulantı romanının çevrilmeye değer olup olmadığı da ayrı bir tartışma konusudur. Gergin görünen, ancak oldukça başıboş olan bu yazım şekli, Barbusse, Céline ve bu gibi ikinci sınıf pek çoğu tarafından popülerleştirilmiş bir yazım şeklidir. Dostoyevski'nin en kötü yapıtının tezgahının bile gerisinde, melodramatik Rusların çok şey borçlu oldukları Eugene Sue'dan dahi gerilerde bir yerlerdedir. Kitap aslında, birtakım inandırıcı olmayan gezilerden sonra Normandiya'ya giderek, yaptığı tarih araştırmalarını sonlandırmak isteyen Roquentin'in günlüğü gibi (“Cumartesi sabahı,” “saat 11,” - bu gibi sönük şeyler).

 

Roquentin kafe ve kütüphane arasında gidip gelirken, konuşkan bir eşcinsele rastgelir, onunla anlaşarak günlüğünü yazar ve sonunda adamın eski karısıyla uzun ve sıkıcı bir sohbet eder. Kafedeki gramofondan yükselen Amerikan şarkısına da büyük önem atfedilmiştir. “Bazı günler beni özleyeceksin tatlım.” Roquentin, onu yazan Museviyi ve söyleyen zenci kadını “varlığın içinde boğulmaktan” kurtaran şarkı kadar net olmak ister hayatta.

 

Belirsiz bir kehanet gibi, şarkının bestecisini bir gökdelenin yirmi birinci katında bestelerini yapan, sinekkaydı traşlı, “parmaklarına bir sürü yüzük takmış”, “kara kaşlı” bir Brooklynli olarak hayal eder. Sıcaklık dayanılır gibi değildir. Muhtemelen bu esnada Tom (muhtemelen bir dost) cebinde bir içki şişesiyle gelir ve likörlerinden büyük yudumlar alırlar ve işe öyle devam ederler (“ağzına kadar doldurulmuş viski bardakları,” da diyebiliriz, Bay Alexander'ın gösterişli sözcükleriyle). Ancak gerçek hayatta ben zahmet edip bunu araştırdım ve öğrendim ki Sophi Tucker'ın söylediği ve Kanadalı Shelton Brooks'un yazdığı bir şarkıdır bu aslında.

 

Kitabın düğüm noktası Roquentin'in, bulantısının; gülünç ve biçimsiz ancak bir yandan da gerçek ve akla yatkın bir dünyanın üzerinde yarattığı baskıdan kaynaklandığını keşfettiğinde yaşadığı aydınlanma olduğunu söyleyebiliriz. Ne yazık ki roman açısından her şey yalnızca belli bir zihinsel seviyeye kadar gelebiliyor. Eğer bir yazar, yarattığı yardıma muhtaç karakter üzerinden kendi düşüncelerini ve keyfi felsefi hayallerini kabul ettirmeye çalışıyorsa, bu oldukça yetenek isteyen bir iştir. Bu dünyayı oluştururken Roquentin ile hiçbir çatışmanın yaşanmadığı bellidir. Zaten bir dünya yaratmayı sanatın bir parçası haline getirerek yapmayı becerebilmek Sartre'ın gücünün çok ötesinde bir konudur.”

 

Birbirlerine sataşmaktan geri durmayan edebiyatçılar elbette Sartre ve Nabokov'dan ibaret değil. Daha fazlasını merak ediyorsanız buradan yazarların birbirlerine nasıl sataştıklarını okuyabilirsiniz.

 

 

DDD

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Haber Yazıları

İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali (İTEF) İtalya Özel programıyla sanatseverlerin karşısına çıkıyor. 23-27 Ağustos 2021 tarihleri arasında ekranlara gelecek olan etkinlikler sayesinde İtalya'ya ve İtalyan edebiyatına uzanan yeni bir yol açılacak.

 

 

Sanat Kritik’in yeni podcast serisi, Seval Şahin’in editörlüğünde dinleyicilerle buluşuyor. “Yaz Sıcağında Bir Esinti” başlıklı serinin ilki 120. doğum yıldönümü vesilesiyle Ahmet Hamdi Tanpınar’a ayrıldı. Dergâh Yayınları’nın desteğiyle hayata geçen projeye farklı alanlardan birçok yazar, şair, sanatçı ve akademisyen katıldı.

Kültür Sanat Şehir dergisi Z, 5. kez okur karşısında. Zeytinburnu Belediyesi tarafından yayımlanan tematik dergi, “kütüphane” konusunu mercek altına alıyor. 508 sayfa boyunca insanlık tarihinin bilinen en eski dönemlerinden günümüze kadar farklı kültürlerde kütüphanenin seyri, kütüphanenin unsurları, kütüphaneciler, kütüphane sahipleri ve kütüphane literatürü inceleniyor. 

Türk edebiyatının usta ismi Sait Faik Abasıyanık'ın hatırasını yaşatmak amacıyla her yıl bir öykücüye verilen "Sait Faik Hikâye Armağanı" bu kez Şermin Yaşar'ın oldu.

 

Sosyal medya paylaşımları, konuşmalar, anketler, veriler gösteriyor ki pandemi günlerinde evde geçen zamanın ciddi bir kısmını kitaba ayırdık. Türkiye ve dünya genelinde İNSAMER'in yaptığı araştırma kitap yayımı ve okuma oranlarındaki artışa odaklanıyor. Kitapyurdu ve Idefix sitelerinden alınan veriler de korona istatistiklerine katkı sunuyor.

 

 

 

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.