Sema Kaygusuz'u tanıdığınızdan eminiz. O halde, Yüzünde Bir Yer'i de biliyorsunuz.
Kaygusuz, 2009'da yayımlanan ve hemen tüm eleştirmenlerden tam not alan bu romanının yeni baskılarında yayımlanması için, bizzat yeni bir önsöz yazdı. Bu önsözün edebiyatseverlere ulaşması için de, SabitFikir'i seçti!
Bazen önsözler, metnin önceliyiciyisi değildir yalnızca. Ana metni taçlandıran girizgahlardır. İncir Lisanı başlıklı bu metin de onlardan biri. Buyurun, keyifle okuyun. "Her kelimesi bir bir bir sizin olsun."
Sevgili Arkadaşlar,
Yüzünde Bir Yer kitabının yeni baskısına bir önsöz ekledim. Bu önsöz, kitabın yayımlandığı 2009 yılından beri yazılıyor, siliniyor, yırtılıp atılıyor, yeniden yazılıyordu; sonunda 5. baskıda yer alabildi. Bu önsözü yazarken beni geciktiren bütün mazaretler psikolojiktir. Anlatmaya kalksam sonu gelmez. Bu önsözü burada kitabın önceki baskılarını okuyan arkadaşlar için yayımlıyorum. Her kelimesi bir bir bir sizin olsun.
YÜZÜNDE BİR YER İÇİN ÖNSÖZ
-İNCİR LİSANI-
Herkes gibi dilden yapıldım ben de. Tek bir cümleyle baştan aşağı nasıl oluverdiğimi dün gibi hatırlıyorum. Bir gün annem bana, rahminde bir kıvılcım gibi parladığım ânı, dölleşmenin oluştuğu ikinci sevişmeyi hissettiğini ve o sıra babamın kulağına “Bir kız” diye fısıldamış olduğunu söyledi. Onu dinlerken tarifsiz bir şükran duygusuyla, dünyaya aşkla çağrılmış olmanın sevincini hissetmiştim. O günden sonra yeryüzünde rastladığım bütün oluşlara özgün birer anlam bağışlandı. Bu öyle bir cümleydi ki ruhuma ekilen, annemin bana gebeyken ayışığı aşerdiğini, babamın da onun için ayışığı topladığını hayal edecek kadar ileri gidebilmiştim. Ne de olsa hayal etmek, bir yanıyla dünyada yer tutmaktı.
Derken, çocukluğumda başka bir cümle daha duydum. Babaannem “Bizi kestiler” demişti bir kez. Öyle durduk yerde, gürültülü bir iç çekişle... Başka da bir şey anlatmadı, hiçbir ayrıntıya girmedi bununla ilgili. Bu kez henüz yası tamamlanmamış tarihsel bir acı kemiğime değin işlemeye başladı.
Halbuki o zamana değin bir âlemim vardı benim; toplumsal kimliğim, milliyetim, vatanım yoktu. Dünya ile ebeveynler arasında menderesler çizen bir aralıkta, kimselerin sokulamadığı bir zaman dilimindeydim. Her sözcük geçirgen, saydam, lirik birer sesti. Ama “bizi kestiklerini” duyduktan sonra, bütün sözcükler katılaşmaya başladı. Hayalciliğin kışkırttığı cüretin yanına dışlanmışlığa içkin bir eziklik yerleşiyordu. Kabuğu acı iki çekirdekli bir meyveydim sanki. Birinde canlılığı kutsayan sözcükler filizleniyor, öbüründe lanetli bir keder... Onların dilinden yapılmıştım: Annemin üslubuyla biçimlenip babaannemin suskunluğuyla susturulmuştum da dirimsellik ile kötümserlik arasındaki hitabete hapsolmuştum, kendi hitabetine hapis bütün herkes gibi.
Rastladığım ilk katı sözcük imkânsızlıktı. Evde anlatılan hikâyeleri dışarıda anlatmanın imkânsızlığı... Babaannemden Alevilik inancıyla ilgili türlü meseller dinliyor, daha sonra bu “dinlediklerimi” başkalarına anlatmayayım diye sıkı sıkıya tembihleniyordum. Bir tür susma terbiyesiydi bu. Alevi kökenli Dersim sürgünü bir aileden olduğumuzu saklamanın, hele ki babamın subay olmasından dolayı yaşadığımız askeri ortamda, devletin Türk-Sünni asli kimliğinin yegâne kalesi olan hiyerarşik bir camiada gizli saklı yaşamanın ne denli yıpratıcı bir şey olduğunu uzun uzadıya anlatmayacağım. Cumhuriyet devriminin türdeş bireylerden oluşan tek ulus ideolojisinin maya tutmadığı o kadar aşikâr ki, yakınmayı bir kenara bırakıp yeni bir maya çalmak gerekiyor artık. Her yakınma ve yazıklanma, türdeşliğe muhalif olmak üzere kurulan her ötekilik dili, militarizmi günbegün besleyen bir söyleme de evrilebiliyor. En azından kendi adıma, hiçbir milliyetçiye böyle bir söz hakkı vermek istemiyorum. Özgürlük ve adalet söylemini, tek bir kültür, tek bir azınlık, tek bir din ya da tek bir millet zindanından kurtarmanın yolu, iktidara yeltenmeden aynı zamanda ve her durumda herkes olabilmektir. Bu çoğul dil, bence öyle bir özgürleşmedir ki, eviçlerindeki suskunlukları açığa vurmakla kalmayıp o suskunluğu ait olduğu dilin ötesindeki bütün dillere, insanlığa ekleyebilir.
Suskunluğun ne çeşit bir ağrı olduğunu babaannemden biliyorum. Üstelik hiç sustuğunu hatırlamıyorum onun. Sürekli yoksul çocukluğundan, genç yaşta yitirdiği ablasından, rüyalarına giren öbür dünya varlıklarından, cinlerden, perilerden söz ederdi bu kadın. Bir tütün yaprağının nasıl derleneceğinden tutun da ıhlamurun şifa gücüne, ekmeğin nasıl dertle yoğrulduğundan buharlaşan her damla suyun yeryüzüne nasıl geri döneceğine değin derin bir hayat bilgisi aktarırdı. Dünyadaki her şeyi birbiriyle eşleştirirdi. Gökteki yıldızla yerdeki taşı, dağ ile denizi, göl ile çölü eşleştirdiği gibi beni de bir incir ağacıyla eşleştirmişti. Bahçesindeki incir ağacını kardeşim diye belletmişti bana. Bütün bu çağıltılı aktarımına rağmen bir kez olsun 1937 ve 1938’de Dersim’de tanık olduğu kıyımdan söz etmedi. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en feci katliamlarından birinden sağ çıkmış, ailesinden koparılmış, yurdundan sürülmüş ama bir kez olsun geriye dönüp Dersim’i anmamıştı. Bütün bu dünya bilgisini anlatırken Dersim’i susmuştu babaannem. Peki neden? Bir insan konuşa konuşa neyi susar? Belki korkusu, belki kurban diline gönül indirmeyen vakarı, ama büyük olasılıkla utancıydı babaannemi susturan. Birkaç ay bile sürmeyen bir katliamda binlerce insanın öldüğü ve sürgün edildiği bir cehennemden sağ kurtulmuş olmanın derin suçluluğuydu. İnsan olma mahcubiyetiydi bu. İnsanın insana ettikleri karşısında duyulan dehşetin aşılamamasıydı. Başka bir açıdan, zalimliğe bir anlam örmeye direnen seçilmiş bir unutuştu onunki. Ama hepsinde öte, “Bizi kestiler” demenin yetmediği, süngülenmiş, yakılmış, mitralyözlerle taranmış, aşağılanmış, gazla zehirlenmiş, uçurumlara itilmiş, samanlıklarda yakılmış bir toplumun ölüleri adına konuşmanın manasızlığıydı onu dilsiz kılan. Gerçek şu ki, asıl tanıklar ölülerdi ve onlar asla dile gelemezlerdi bir daha. Benim için babaannemin miras bıraktığı en ürpertici duygu ise, doğmuş olmanın ötesinde onun kasıklarından sağ çıkmış olmaktır. Benim hiç doğmadığım bir yurdum, hiç öğrenmediğim dillerim, tanımadan yasını tuttuğum akrabalarım var. Ömür boyu yazsam da bu derin boşluğu doldurabileceğimi hiç sanmıyorum.
Doğrusu babaannemi tam anlamıyla hiç tanımadım. Bana bıraktığı azabı uslandıracak ne bir dinim vardı onunki gibi, ne de yeryüzündeki şeyleri birbiriyle eşleştirecek görklü bir imanım. Onun ruhunun derinliklerini bana açan tanrısı Hızır’dı aslında. Dersim Alevi inancının başat tanrısı Hızır olmasaydı, babaannemin suskun korunağını, dualar ve temennilerle sığındığı öfkesizliği tam anlamıyla anlayamayacaktım. Hızır şiirsel adaletin simgesiydi onun için. Her yerde her an ortaya çıkabilecek, ansızın görünüp kaybolan, kılıktan kılığa girebilen, dünyada olmuş ve olacakların nedenini bilen ölümsüz bir varlıktı. Babaannem, gördüğü her yoksul adamı Hızır yerine koyar, onu doyurur, rahat ettirir ve onu yaşamla ölüm arasındaki berzah makamına uğurlardı. Gördüğü her dilenciye yaralı bir tanrı muamelesi yapar, böylece tanrısını yoksul ve aç dilencilerle eşleştirirdi. Kutsal bir varlığa bakar gibi bakardı yabancılara. “Ya Hızır” diye seslendiği can yoldaşından başka kimsesi kalmamıştı çünkü.
Kuran’da Musa peygamber ile Hızır’ın yolculuğunu anlatan Kehf suresinde, Musa handiyse bir tilmiz gibi anlatılır. Yolculuk başlamadan önce Hızır karşılaşacakları her durumda Musa’ya sabırlı olmasını ve soru sormamasını öğütler. Musa için oldukça zorlu bir yolculuktur bu. Çünkü Hızır, kendilerine yardım eden yoksul bir adamın sandalına zarar vermek, masum bir erkek çocuğunu öldürmek gibi beklenmedik işler yaparak Musa’nın dünya üstündeki adalet fikrini yerle bir eden, onun sabrını sınayan bir varlık olarak tasvir edilmiştir. İslam teolojisine göre ne veli, ne peygamber, ne melek, ne de derviş olan, ama aynı zamanda bunların hepsini içeren Hızır, ta Sümer tanrısı Tammuz’dan başlayarak, Büyük İskender’in Hindistan seferinde ölümsüzlük suyunu içen askerine, hatta Chagall’ın tablolarına değin türlü türlü kılıklarda ve adlarda dünyanın her yanında dolaşmış, babaannemin karşısına yaralı ve yoksul bir adam olarak çıkmıştı.
Bu roman, Hızır ile babaannem arasında kalan tedirgin dünyayı tam da onların baktığı eşikten sorgulayan, uzun kuyruklu bir soru işaretidir ve roman dediğimiz bir sanatsa eğer, aynı zamanda bir sırrın ifşa edilemezliğini duyuran iki kapılı bir yuvadır belki. Benim yerim neresi diye savrulan bütün sürgünlerin ülke bellediği işgal edilemez bir toprak... Burada bir yer ayırdım babaannem için. Yine de hiçbir sayfaya sığdıramadım, ondan miras kalan insan olma mahcubiyetini. Hele ki Dersim Katliamı’nın ayrıntılarını, ortaya çıkan iç kıyıcı fotoğrafları ve tarihi belgeleri inceledikçe, bu katliamın nasıl başlayıp nasıl bittiğini romanlaştırmanın, korkunç ölçüde değersizleştirilmiş insanların yüzlerine kazılı dışlanmışlığı, sanki onların kaderiymiş gibi donmuş bir öz olarak betimlemenin şiddetini okura alıştırmayı kabullenemedim.
Başından beri biliyorum, birçokları için fazla ileri giden bir yaklaşımdır bu. Resmi tarih yalanlarıyla eğitilmiş bir toplumun ilk tepkisinin inkâr ve hatta kurbanları kıyasıya suçlama olduğunu düşünürsek, çoğunluğa yanıt niteliğinde bir Dersim romanı yazmak hem daha akıllıca hem de işlevsel olurdu. Ne var ki bir yazar ülkesinin düşünce alışkanlıklarına göre hizalandığında, yitireceği ilk şey onu özgünlüğe çağıran yaratım itkisidir. Dünya edebiyatında soykırımları ve katliamların açtığı onulmaz yaraları anlatan büyük bir külliyata –bence– bir sürgünün kendi kutsal tesellisini de eklemek gerekiyordu. Kıymet verilsin ya da verilmesin, önemli değil.
Vaktiyle Adorno, Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz demişti. Herkes niyeyse anımsar bu cümleyi. Ne var ki, toplama kampında hayatta kalmayı başaran Alman dilinin eşsiz şairi Paul Celan’ın varlığını ve onun, bir halk topyekûn yok olsa bile o halkın şiirini sonsuza değin duyuracak olan “Ölüm Fügü”nü anımsamaz. Adorno Paul Celan’dan aldığı yanıttan sonra, bir daha şiir yazılamayacağı fikrini yavaş yavaş geri çekmiş, Paul Celan şiirinin en öte dehşeti derin bir suskunlukla ifade ettiğini teslim etmişti. Paul Celan gibi daha niceleri, bence Dersim’de yaşanan acıyı kendi yazgılarında anlatmışlardı çoktan. İnsanlığa, dolayısıyla yerdeki ve gökteki bütün mahlukata yaşatılan acıları duyuran onca külliyata rağmen Dersim toplumunun yaşadığı acılar hâlâ yakınsanamıyorsa, o halde bazı okurlara kendilerini birer Yahudi, Ermeni, Aborjin, Kızılderili, Bosnalı, Hocalılı Azeri, Afrikalı Tutsi ya da Darfurlu gibi hissetmeyi önermekten başka elimden bir şey gelmiyor.
Son olarak, Yüzünde Bir Yer’i sadece Türkçe değil, ağıt yakan herkesin diline niyetlenerek yazdığımı söylemek isterim. Uygarlıklar boyunca baştan çıkarıp aynı anda mahveden, zehirleyen ve şifa veren, cezbesine kapılanlara ürküntü salan, kralların, firavunların, padişahların sofrasına bir mücevher gibi sunulan kardeşime bakarak, incir ağacından devşirdiğim incir lisanıyla da yazmaya niyetlendim. Onun kıskançlık uyandıran serüveninden ve dirimsel gücünden yazıya pay ayırmak için. Diyeceğim, bu roman boyunca hem katliamdan sağ çıkmış bir babaanneydim, hem torun, hem Hızır, hem de sayısız çekirdeği olan incirdim. Aslında her birimiz birbirini yazdı.
Sema Kaygusuz
(Çizim: Anna Koska)
Sanat eserleri; üreten kişinin paletindeki malzemeyi özü ile yoğurarak ortaya çıkarması ile anlam kazanır, evrenselleşir, insanlığa mal olur sevgili Sema. Kitabı okumadım daha ama inanıyorum ki bu ön yazısındaki söz, duygu ve öz zenginliğiyle örülmüş bir eser çoktan evrensel dünya da yer edinmiştir kendine. Sevgilerle İbrahim Coşkun
Yeni yorum gönder