Geleceğe gitmek, geleceği görmek içimizden bazıları için hiç de o kadar imkansız değildir ki… Bugüne şöyle bir bakmak yeter onlar için, bugünün kendi ruhuna verdiği acıyı, umutsuzluğu ve tüm umutları şöyle bir yoklamak… Bir şeyi kırk kez söylerseniz olmaz belki ama kırk kere, yüz kere, bin kere hissederseniz, olmuştur zaten.
Bilimkurgu edebiyatının, distopyaların temelinde kaçıştan ziyade bu yüzleşmenin, bu keskin duyarlılığın yatması sürpriz değildir öyleyse. Ray Bradbury’nin insanlığın geleceğine dair yazdığı, neredeyse takıntılı öykülerde, kurduğu distopyalarda da bunun izlerini görürsünüz. Masallarından, efsanelerinden, tarihinden, kültüründen ve hatta edebiyatından yavaş yavaş kopmaya başlayan bir toplumun bazen elli yıl bazen de birkaç yüzyıl içinde ne hale geleceğini kurgulamıştır Bradbury. Bilenler bilirler, bilimkurgu edebiyatının kültleşmiş isimlerinden biri olan Ray Bradbury korkunç bir gelecek öngörmüştür, ama işin fenası onun gelecek tahayyülünün feci bir şekilde akla yatkın olmasıdır. Neredeyse bugün kadar yakın ve gerçek…
Yakma Zevki adı altında toplanan Fahrenheit 451 Öyküleri'inde Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451 adıyla yayımlanan distopyasını da bir anlamda içeren gelecek öyküleri mevcut. Ateşle yanıp kavrulan öyküler bunlar, ateşle yanıp kavrulmuş, ruhen çöle dönmüş bir dünyayı anlatıyorlar bizlere. Teknolojinin iyiden iyiye içselleştirildiği ve dolayısıyla kültürel olarak müthiş bir yozlaşmanın, aptallığa ve cahilliğe özdeş bir tür robotlaşmanın egemen olduğu bir dünya bu. Sterilleşme takıntısının kol gezdiği, insanların sterilizasyon adına ölülerini devasa fırınlarda yaktıkları, bununla da yetinmeyerek eski mezarları bile yakıp yok ettikleri bir gelecekte, zombilere, gecenin kanatlı yaratıklarına, vampirlere, hayaletlere, gölgeye ve karanlığa yer yok. Tıpkı fiziksel şiddete, yalana ve cinayete yer olmadığı gibi. Üç yüzyıl sonra yok edilmek üzere olan mezarından tesadüfen dışarı çıkan bir ‘yaşayan ölünün’ dramını düşünün bir. Ölümden sonra yaşama inanmadıkları için bizzat öldürdüğü insanlardan bile hayır gelmiyor ona. Yaşayanlar da ölenler de, ne ölümü ne karanlığı ne korkuyu biliyorlar. Yüzyıllar önce güle oynaya yakıp yok ettikleri kitaplarda kalmış bütün bunlar. “Yok olacağız, yok olacağız. Yırtın kitaplarımı, yakın kitaplarımı; temizleyin, parçalayın, süpürün. Tabutları yerlerinden çıkarın, yakın, kurtulun. Öldürün bizi, ah, öldürün, çünkü biz gece yarısının kasvetli şatolarıyız, rüzgarda sallanan ağlarız, kaçışan örümcekleriz; ve gıcırdayan kapılarız, panjurların çarpışıyız, biz öylesine uçsuz bucaksız bir karanlığız ki on milyon gecenin karanlığını tek bir beyin hücresinde muhafaza edebiliriz. Cinayet işlenmiş yatak odalarında gömülmüş yürekleriz biz, yer tahtalarının altında parlayan yürekler…”
Ya Mars’ın cadılarına ne demeli. Dünyadaki savaşı kaybeden büyük korku edebiyatı ustaları, cadıları, iblisleri, kaynayan kazanlarıyla pılı pırtıyı toplayıp Mars’a yerleşmiştir. Ancak bilim ve teknoloji çağında, ışık içinde hızla ilerleyen insanlık, Mars’ta da onları gelip bulur yakar. Eserlerinin son kopyası büyük bir törenle Mars’ta yakılan edebiyatçılar, son savaşlarını veremeden trajikomik bir şekilde Mars’ın tozlarına karışırlar.
Tek bir öykü gibi anlattığım dikkatinizi çekmiştir Yakma Zevki'nde yer alan öyküleri. Benim kişisel tercihim değil aslında bu. Bradbury’nin neredeyse tüm öykülerinin izleği aynı. Çerçevesi her anlamda çizilmiş tek bir gelecek içinde gezen çeşitli kahramanların hikayesini anlatıyor hep yazar. İşi kitap yakmak olan bir itfaiyeci de, dünya üzerindeki son yaşayan ölü olarak ayaklanan adam da, sokakta yürüyüş yapmak gibi sıra dışı bir şey yapan ve hazin bir sona uğrayan genç kız da, dünyadan kaçıp Mars’a yerleşmek zorunda kalan büyük edebiyatçılar da hep aynı gelecek içinde, hep aynı gelecek düşüncesiyle savaşıyorlar. Yozlaşmış, cahil, sansürcü, teknolojiyle dışı pırıltı, içi kararmış berbat bir gelecek içinde zayıf bir çabayla var olmaya çalışıyorlar. Bradbury müthiş bir yazar, bir gün eğer kitaplar dünya üzerinde yasaklanmaya başlarsa eğer, insanlığın işe peri masallarından, fantastik eserlerden, korku öykülerinden başlayacağını çok iyi biliyor. Belli ki bilimkurgu edebiyatının içindeki bir yazar olarak “ötekileşmenin” nasıl bir şey olduğunu iliklerine dek hissediyor.
“Ve kitaplar yakıldığında, son kitaplar da yakıldığında, geriye bir tek ben kalacağım, bir de benim anımsadıklarım… Ben de ölünce her şey yok olacak. Sonsuza dek yok olacak. Hepimiz yok olacağız. Karanlık geceler, Cadılar Bayramı, beyaz kafatası maskeleri ve dolaptaki iskeletler, tüm Bierceler, Poelar, Anubisler, Setler, Nibelungen ve Machenler, Lovecraftlar ve Frankesteinlar, havada asılı duran vampir yarasalar ve Drakulalar, Golemler, hepimiz yok olacağız. ” Bradbury’nin sansüre karşı, kitapların içinde yazılanları ezberlemeye çalışan kütüphanecisi, bu dünyada yalnızca akılda ve yürekte kalan şeylerin var olduğunun çaresizce farkında… Kim demiş edebiyat yol göstermez, çare bulmaz, dertlere deva olmaz diye… Sansüre karşı, kültürel yozlaşmaya karşı, bu göstere göstere gelen korkunç geleceğe karşı her şeyden önce hafızaları güçlendirip yok olmamaya çalışmalı…
Yeni yorum gönder