Hangimiz bilmiyoruz ki aslında hayatın ah’la başlayıp ah’la biten bir şey olduğunu. Ama varoluşun, neşeyi ümitle bekleyen o kederden ibaret sancının, onun bizi an be an yoklayan soğuk elini unutarak, unutmaya çalışarak yaşamaktan başka bir çaremiz olmadığını da biliyoruz. Peki ya, bir gün gelir de, kendi kendimize uydurduğumuz çareden vazgeçersek, kendimizi varoluş sancısının ah’ına ve zaten sebepsiz kederine her şeyimizle teslim edersek ne olur? Koca bir ah’dan başka ne yükselir ki içimizden gökyüzüne doğru?
Ayfer Tunç, yazarlığının 25. yılında Türk edebiyatına, insan ruhundan gökyüzüne yükselen bir ah emanet ediyor… Sıkıntısını taşradan; geçiciliğini salaş bir otel lobisinden; kötülüğünü, çiğ süt emmişliğini insan ruhundan; gerçeğini rüyalardan; yalanını ve vazgeçmişliğini hayatın, toplumun kendisinden alan bir ah… Kutlu olsun…
Adı Dünya Ağrısı. Kasabadan hallice bir taşra şehrinde, eski güzel günlerini yitirmiş bir otelin sahibi, kahramanımız Mürşit. Otelin döküntülüğü Mürşit’in döküntülüğüyle, hayattan vazgeçmişliğiyle yaşıt. Mürşit bize neden değil, nasıl vazgeçtiğini anlatıyor. Vazgeçmenin, mutluluk, haz peşinde koşmamanın, gündelik "sözde" değerlere sahip çıkmamanın da, belki bir direniş biçimi olduğunu bize düşündürerek, edebiyatımızda daha önce de şahane örneklerini okuyup tattığımız, kaybedişe kendini bırakma, tutunamama izleğinin bir başka şahane örneğini önümüze koyuyor. “Nasıl bir inatsa bu yaşamak”, diyor Mürşit aracılığıyla Tunç. “Hikayeler insanı kendi kuyusundan çıkarır, başkalarının kuyusuna atar”, diyor. “Hafızası insanın düşmanıdır,” diyor...
İnsan birisine anlatmadıkça derdinin dert, kederinin keder olduğunu bile bilmez, kendine dahi söylemez ya; söylemez de, sözden bile korkar ya… Otelin daimi müşterisi Madenci’yle konuştukça açılıyor Mürşit’in de dert kapısı, kendi içine doğru açılıyor. Öyle öğreniyoruz Mürşit’e olan biten her şeyi. Çünkü Mürşit o kadar vazgeçmiş ki artık sözden bile korkmuyor, ne kendisiyle ne de bir başka birisiyle konuşmaktan artık korkmuyor:
“Madenci gelene kadar beyninde dönüp duran kelimelerin çoğu ağzından çıkmış değildi. Nasıl çıksın ki? Beni böyle ağır ağır bitiren şey, hamurumdaki melaldir dese mesela, kim anlayacak ki onu? Ya da hayat ve ölüm iki ucundan ateşe verilmiş bir ip gibi karşıt yönlerden yola çıkarlar ve karşılaştıkları yerde macera sona erer dese, kim karşılık verir? Zaten dinlemek istemezler. Buralılar en çok durgun huzurlarının bozulmasından korkarlar.”
Ne mutlu ki edebiyatçılarımız hâlâ saklı bir ümit besliyor
Olmuşu konuşan, soyut olasılıklarla ilgilenmeyen, konuşmayan ve zaten anlamayan, anlamayacak olan bir taşra anlatıyor bize Tunç. Burada bir nefes alıp ister istemez Yusuf Atılgan’ı hatırlıyoruz. Aylak Adam’ı, “Biliyordu; anlamazlardı…” diye bitiren Atılgan’ın Aylak Adam’ı gibi Ayfer Tunç’un Mürşit’i de bu dünyada hem anlaşılamamaktan mustarip hem anlaşılmayı zaten istemiyor ve beklemiyor. Ama bize onun hikayesini anlatan Tunç’un tıpkı Atılgan gibi, bunu yazıyorsa eğer, içinde bir ümit beslediğini, içine gömdüğü bir acı beklentisi olduğunu da hissediyoruz elbette. Bu ülkede zaman geçiyor, ve bazı edebiyatçılarımız hâlâ, ne mutlu ki bir acı bekleyişten, bir saklı ümidi beslemekten vazgeçmiyor.
Ümit ister istemez isyandan geliyor elbette. Mürşit ve Madenci’yi birbirine bağlayan, onları konuşturan ve hikayeyi önümüze açan şey, suç ve kötülük. Her ikisinin de ayrı ayrı sebep olduğu kötülük, onlarda ortak bir duygudaşlık yaratıyor. Mürşit’i ve Madenci’yi bu dünyadan ayıran şey ise işledikleri suçun, kötülüğün diğerleri tarafından suç olarak, kötülük olarak algılanmaması, kabul edilmemesi. Tam bu noktada toplumun geneline yayılan duygusal körlük, hatta ahlaksızlık üzerine gidiyor Tunç. Ahlakını ve vicdanını kaybetmiş bir toplumla yüzleşiyor, ona direniyor, sözünü ona söylüyor.
Söz gelimi, Mürşit’in toplumsal değerlerle gencecik yaşından itibaren uzlaşmış olan oğlu, Mürşit’in deyimiyle, daha olmadan çürümüş oğlu, ait olduğu, kendini ait hissettiği toplumla, onun değerleriyle birlikte hareket ediyor. Tek hedefi var, babasını sembolik de olsa öldürüp, yerine geçmek. Onun uzlaşmasızlığını silmek, direnişini kırmak. Romanın başından sonuna hem insan ruhunun hem de içinde yaşadığımız toplumun karanlığını tertemiz bir sayfa gibi önümüze seren Tunç, bir yandan da nefis bir, babasını öldürmek isteyen oğul alegorisi çıkarıyor.
Ayfer Tunç’un başlangıcından bugüne içimizdeki eril yanı, erkek kahramanlar aracılığıyla ne kadar başarılı bir şekilde anlattığını hepimiz biliyoruz. Dünya Ağrısı’nda da bu değişmiyor. Ancak Mürşit’in karısını, Mürşit’in gözünden de olsa aktardığı bölüm o kadar kuvvetli ki, Şükran’ın gece uyurken ah, dediği yer o kadar sarsıcı ki... Bir kadın yazardan beklediğimiz kadın hikayesini romanın içinde birkaç sayfada bize verip kenara çekilebiliyor yazar.
Ve gelelim hafızaya, unutmaya, unutamamaya. Mürşit’i ve genç Madenci’yi herkesten, hayattan ayıran şey unutamamak. Ne yaşanırsa yaşansın, tüm acıları ısrarla hafızasından silen, zaten dikkate almayan bir ülkenin insanları içinde pişmanlıkla, suçluluk duygusuyla, unutamamakla yaşamak, bir yaşamak olmuyor işte. Ağrı oluyor, dünya ağrısı, dünyanın ağrısı oluyor… Ve Ayfer Tunç, bir edebiyatçı olarak, 25. yılında yeniden doğuyor, tekrar kutlu olsun.
Görsel: Salvador Dali
Yeni yorum gönder