Arapça'nın 20. yüzyıldaki en büyük romancısının magnus opum'u 52 yıl sonra nihayet Türkçe'de. Kahire Üçlemesi'nin Mart ayında yayınlanan ilk cildi Saray Gezisi'nden sonra, Işıl Alatlı'nın güzel çevirisi ile Şevk Sarayı'da geçtiğimiz ay yayınlandı. Merakla beklediğimiz üçüncü ve son cilt sonbaharda çıkacak. Hitkitap'a bu kararı ve özenli çeviri çalışması için bir alkış rica ediyoruz.
Bir söyleşide Mahfuz'a soruyorlar: "Kalbinize en yakın, hakkında yazmayı en çok sevdiğiniz konu nedir?" Yanıtı: "Özgürlük" oluyor; "Sömürgecilikten özgürleşme, bir kralın mutlakiyetinden özgürleşme, toplum ve aile bağlamında temel insani özgürlüklere sahip olma. Bu özgürlük türleri birbirlerini takip ederler. Sözgelimi Kahire Üçlemesinde devrimden sonra politik özgürlük geldiği zaman, Abdülcevat'ın ailesi de ondan daha fazla özgürlük talep etmişti."
Realist akımın geçtiğimiz yüzyıldaki en önemli eserlerinden birisi olan bu kitabı okurken sık sık özgürlüğü düşündüm. İngiliz işgali ve esareti altındaki Mısır'ın başkenti Kahire'de, Abdülcevat'ın esareti altında yaşayan ailesinin, karısının, kızlarının, oğullarının hikâyesi. Bir esaret zinciri. Hiç de uzak, bilinmedik, bir başka diyarın hikâyesi gibi değil; ister istemez Türkiye'nin gündem maddelerine, özellikle islâmi yaşam tarzı tartışmalarına referansla okunan, düşündüren bir uzun anlatı. Kuşkusuz bir de tarihi boyutu var: Mısır Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası idi, ve bu hikâye aynı zamanda bizim de hikâyemizdir. Mahfuz'un adeta hiç araya girmeden, çok başarılı bir anlatı biçimi ile aktardığı kadının esaretini, erkeğin koşulsuz şartsız despotizmini okurken bizim edebiyatımızın tarihsel yaşam tarzına ve aile ilişkilerine bu denli nesnel bir ışık tutamadığını, kritik bir edebiyat düzeyine erişemediğini düşünmeden edemiyor insan. Elbette 1960'ların köy edebiyatını hariç tutarak söylüyorum bunu.
Mahfuz karakterlerin tasvirinde, diyaloglarda, betimlemelerde kusursuz. Hikâyelerini kalbi ile hızlıca ve ön hazırlıksız yazdığını oysa Kahire Üçlemesi'nin her karakteri için uzun bir ön çalışma yaptığını ve ayrı dosyalar hazırladığını söylemişti. Nitekim roman sizi alıyor, götürüp Kahire'ye Abdülcevat'ın evine yerleştiriyor. Benim gibi soluksuz ve aralıksız okursanız kendinizi aileden birisi gibi hissedip, kitaptan başınızı kaldırdığınızda etrafınızı yadırgayabilirsiniz. Romanda Abdülcevat'ın küçük oğlu olarak okuduğumuz Kemal otobiyografik özellikler taşır, Mahfuz'a göre baba Abdülcevat ve Kemal'in karışımı kendisidir.
Söz konusu söyleşide bir başka soru da şu: "Kendinizi nasıl tarif edersiniz?", yanıt: "Edebiyatı seven birisi. Kendi işine sadık ve inanan birisi. İşini para ve şöhretten daha fazla seven birisi. Şüphesiz, para ve şöhret gelirse, bu kötü bir şey olmaz. Ancak onlar benim amacım olmadılar. Niçin? Zira yazmayı başka herşeyden daha çok sevdim. Belki sağlıksızdı ancak edebiyat olmadan hayatımın hiçbir anlamı olmayacağını hissederim. Bir sürü arkadaşlara sahip olabilir, seyahatler yapabilir, lüks içinde yaşayabilirdim ama edebiyat olmadan yaşamım berbat olurdu. Bu tuhaf bir şey, ama gerçekte öyle değil, zira bir çok yazar bu şekilde yaşar. Ama bu hayatımda yazmaktan başka bir şey yapmadım anlamına gelmesin. Evliyim, çocuklarım var. 1935'den beri gözlerimdeki bir rahatsızlık beni yaz aylarında yazmaktan ve okumaktan alıkoyuyor, dolayısıyla bu durum yaşamıma zorunlu bir denge getirdi. - Allah tarafından gönderilen bir denge! Her yıl üç aylığına yazar olmayan birisi olarak yaşamak zorundayım. O üç ay boyunca arkadaşlarımla buluşur ve sabahlara kadar kalırım."
Yazmaya ve edebiyata böylesine tutkuyla bağlı Mahfuz 1994'te fanatik islamcıların öldürme amaçlı saldırısı sonucu boğazından yaralandı. Sağ el sinirleri zedelendiği için günde bir kaç dakikadan fazla yazamaz hale geldi. Mahfuz'un eserlerini hiç okumamış olan saldırganların, hapishanede okuduktan sonra nedamet getirdikleri söylenir. Ne acı!
Mısır'dan dışarıya adımını bile atmadı Mahfuz. 1988'de Nobel'i aldığında bile. Nobel'i aldığı gecenin öyküsü de çok komiktir. Eve gelen telefonları, karısının kendisini uyandırmasını, arkadaşlarının aramasını hep şaka olarak nitelendirir; pijamasını bile çıkarmaz, uyumaya devam eder, ta ki kapının zili çalıncaya kadar. Pijaması üzerinde kapıyı açtığında karşısında gördüğü İsveç'in Kahire Büyükelçisidir.
Kitaplar ve yazmak o kadar hakimdir ki yaşamına seyahate bile çıkmak istemez. Bir önceki kitabımızda ( Bir Fotoğrafınız da Bende Kalmış) anlatılan Behçet Necatigil'i ve onun odasına, eşyalarına bağımlılığını anımsadım, ruh kardeşleri.
Mahfuz 60 yaşında emekli olana kadar Kültür Bakanlığında bir bürokrat olarak çalıştı. Yazdıkları ile geçinebilmesi mümkün olmadı. Mısır'ın koşullarında bunu düşünmedi bile. Ancak ilk öyküleri batı dillerine çevrilmeye başladıktan sonra yazdıklarından para kazanmaya başladı. Politikayla hep ilgilendi, bir dönem Sosyalist düşünceden etkilendi. Yoksullardan ve ezilenlerden yana tavrını hep muhafaza etti. Filistin-İsrail barış anlaşmasındaki, sonrasında Salman Rüştü'nün Şeytan Ayetleri konusundaki tavırları ile fanatiklerin şimşeklerini üzerine çekti, kitapları yasaklandı. Mısır'da dini kitaplar satan kitapçılarda Mahfuz'un kitapları bulunmaz.
Nobel ödül törenine gönderdiği mesajda kendisini tanıtmaya "tarihin belli bir noktasında mutlu bir evlilik yapan iki uygarlığın oğlu" olarak başlıyordu. Bu uygarlıklardan birisi 7000 yıllık Mısır uygarlığı, diğeri de 1400 yıllık İslam uygarlığıdır. İslâm ile ilgili verdiği örnek ise Bizans'a karşı kazanılan bir zafer sonrasında, müslümanların Bizanslı savaş esirlerinin salıverilmesi karşılığında eski Grek felsefe, tıp ve matematik kitaplarını talep etmelerinin hikâyesidir. Ona göre bu insan ruhunun bilgiye olan ihtiyacının bir şahadetidir. "İşte", der "ben bu iki uygarlığın kucağında doğdum, onların sütünü içip, onların edebiyatı ve sanatı ile beslendim. Sonra da sizlerin zengin ve göz kamaştırıcı kültürünüzün nektarını içtim." Kendi eseri işte bu sentezin bir sonucudur. Hiç şüphesiz doğuyla, batıyı, insanlığı ayırmaya, bölmeye çalışanlara idi bu sözleri: "Şimdiye kadar çok konuştuk, artık harekete geçme zamanı" diye haykırır. 'Haydutları ve tefecilerin çağını bitirme zamanı. Güney Afrika'daki köleleri kurtarın! Filistinlileri işkencelerden ve mermilerden kurtarın! Dahası, İsraillileri kendi büyük tinsel miraslarını kirletmekten kurtarın! Borç içinde olanları ekonominin sert kanunlarından kurtarın!"
Uygarlıkların çokluğunu reddeden fanatiklerin öldüremediği uygarlıkların çocuğu Necip Mahfuz tam 2 yıl önce bugünlerde çok sevdiği Kahiresinde dolaşırken düştü ve başından yaralandı. 30 Ağustos 2006'da aşağı yukarı tam bir yüzyıllık bir tanıklığın ardından, 94 yaşında aramızdan ayrıldı.
Şahane Bir Kitap
Şahane Bir Kitap
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Şahane Bir Kitap Yazıları
Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.
Yazının başlığı da methiye cephesini epeyce açığa çıkarıyor ama en sonda ulaşmam gereken yargıyı en başa taşıyarak atayım ilk adımı: Türkçe yazılan ya da Türkçeye çevrilen kalburüstü bütün tarihî romanları okuduğunu varsayan, kendisi de az çok ilgi görmüş hacimli üç örnekle bu alana katkıda bulunan biri olarak, bugüne dek Moğol Kurdu’ndan daha iyisine rastlamadım.
Ölmek ve gülmek kelimeleri yan yana çok da gelmez. Belki fonetik olarak ya da bir şiirin kafiyesi olduğunda yakalanan uyum kulağa hoş gelse de ölüm ne olursa olsun acı verir insana. Gülecek yanını bulmak zordur ölümün. “Sen adamı öldürürsün” diyerek kahkaha atarken bile güldürmek ve öldürmek aynı cümlede geçti diye kısa süreli bir sarsıntı geçirdiğimiz olur.
Mehmet Akif’in seciyesini en çok şu üç şey inşa etti der Mithat Cemal Kuntay: Kur’anlı ev, pehlivanlı mahalle, müspet ilimli mektep. Bu üç dayanağı anlamak, Türkiye’nin ve şiirin zeminine dair iyi bir fikir verecektir. Akif’te tarih kültürel bir miras değil. O bunu çok erken zamanda anlıyor ve Namık Kemal’in korktuğu varoluş krizinin ortasında kendisini buluyor.
Reenkarnasyon, tarih boyunca birçok coğrafyada bazı farklılaşmalarla olsa da kendisine yer buldu. Dilimize de ruh göçü adıyla aktarılan bu kavram, ruhun bir bedenden diğerine geçerek varlığını sürdürdüğüne dair bir inanç.
Yeni yorum gönder