Barış Müstecaplıoğlu: Alıştıklarımızdan farklı şeyler yemeye daha açık bir toplum oluyoruz
Üçüncü senesine giren İTEF - İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali 3 Ekim Pazartesi günü başladı, 6 Ekim'de sona eriyor. Her hafta yayımladığımız festivalin katılımcısı olan bir edebiyatçıyla söyleşilerin sonuncusu Barış Müstecaplıoğlu ile...
İTEF - İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali'nin bu yılki festival teması "Şehir ve Yemek." Yemeklerin şehirlere özgü çağrışımları var. Örneğin Adana deyince zihnimizde hemen kebap belirir. Edebiyatçıların da şehirler üzerinde çağrışımları var. Yaşar Kemal deyince akla yine "Adana" geliyor mesela. Tekirdağ denilince "tekirdağ köftesi" ve Namık Kemal... İstanbul'un sizde bu türden bir çağrışımı var mı?
İstanbul birçok kültürün kesiştiği, birbirini beslediği bir yer, bu yüzden İstanbul’a özgü bir yemek ismi vermek çok mümkün değil bence. Ben on iki yıldır istisnalar hariç her akşam dışarıda yemek yiyorum, bu yüzden yemek deyince aklıma sadece tabağın içindekiler gelmiyor. Öyle olsaydı yemek yemek demezdik, beslenmek derdik yaptığımız şeye. Yemek yemek, yediğimiz yerle, manzarayla, oturduğumuz masayla, yemeğin sunumuyla, etraftaki ve en çok da karşımızdaki kişiyle bir bütünlük oluşturan bir deneyim. İstanbul’un çağrışımları bu açıdan özel, çünkü yemek yeme şansı bulduğum tüm şehirler içinde, Zürih’ten Sousse’a, Frankfurt’tan Bükreş’e, en zengin yemek yeme deneyimlerimi yaşadığım şehir İstanbul. Sabah kahvaltısını Büyük Ada’da yeşillikler içinde, fayton tıkırtıları eşliğinde, öğle yemeğini Beyoğlu’nda yüzlerce yıllık kültür mirasının gölgesinde sokak müzisyenlerini dinleyip ıslak hamburger yiyerek, akşam yemeğini ise Sarıyer’de boğaza karşı rakı balıkla tamamlamak başka kaç şehirde mümkün ki?
Beslenmek sadece ihtiyaç değil, bir zevktir de."Yemek bedenimizi, edebiyat ruhumuzu besler" diye kabul ediliyor. Sizin için dünyanın en besleyici şehri neresi?
Sadece gezdiğim, gördüğüm yerleri kıyaslarsam, cevabım yine İstanbul. Yuva olduğu bunca farklı kültür, insan ve yaşam biçimi, çoğu zaman insanın üzerine üzerine gelen kaotik atmosferi bir yazar için bu şehri ilham fabrikası haline getiriyor.
Edebiyatta da "Bir şeyin tadını almak için önce damak zevkine ihtiyaç vardır" diye bir deyiş var. Siz bunu nasıl yorumluyorsunuz? Edebiyatta damak zevki nasıl oluşur?
Edebi zevkin de damak zevki gibi kişisel olduğuna inanırım. Nasıl kimi şarap ve beyaz peynir sever kimi birayla patates, kimi salatadan keyif alır kimi yağlı bir biftekten, bir ülkenin edebiyatı da tek bir damak tadına göre şekillenmemeli. Kimse de kendi damak tadını diğerlerininkinden daha değerli ve önemli görmemeli. Her yemeği kendi içinde, kendi koşullarıyla değerlendirmek lazım, salatayla bifteği kıyaslamak, salata sevenlerin zevk algısına göre bifteği yargılamak nasıl anlamsızsa, örneğin bir polisiye ya da fantastik romanı da bu tür romanları sevmeyenlerin zevk algılarıyla değerlendirmek o kadar yersiz. O türün en iyi örneklerini okuduğumuz zaman, o türle ilgili damak zevkimiz kendiliğinden gelişecektir, bir türün sadece vasat örneklerini okursak değerlendirme düzeyimiz, algı düzeyimiz okuduğumuz örnekler seviyesinde olur elbet. Başyapıtlarını okumadığımız bir tür hakkında sadece önyargılarımızla konuşmak ise bizi hayatımızda hiç şarap içmeden şarap uzmanı kesilmişe benzetir.
Edebiyat ve yemek yapmak; her ikisi de birer sanat. Bu iki sanat arasında bir benzerlik ya da ilişki kurulabilir mi?
Sonunda ortaya bir eser konulan her eylem arasında ilişki kurulabilir. Temelde hepsi benzer yollar izlenerek yapılır. Önce malzemeyi bulursun, yani karakterleri ve temayı. Sonra hangisini ne oranda kullanacağına karar verirsin, biraz tuz ve yeşillikle tat katarsın, yani yan karakterler ve yan olaylar eklersin. Pişirirken sürekli karıştırmazsan istediğin şekle sokamazsın, aynı bir romanı yazarken sürekli yazdıklarının üstünden geçmen, kelimeler çıkarıp eklemen, aynı metni defalarca yeniden yazman gerektiği gibi. Sonunda her şeyi mükemmel yapmış olsan bile, yemeği nasıl bir tabakta, nasıl bir ortamda insanlara sunduğun nasıl algılanan tadı etkiliyorsa, romanın mizanpajı, kapağı ve arka kapak yazısı da insanların algılayışlarını etkiler kaçınılmaz olarak. Yemeğinizde ufak bir sinek nasıl tadınızı kaçırırsa, diğer her açıdan başarılı bir kitapta da sırf kötü bir dizgi nedeniyle oluşmuş imla hataları okuma zevkini kaçırabilir.
Klasik kabul edilen romanlara baktığımızda "yemek" unsurunun sadece "açgözlülük" ya da "kıtlık" gibi kavramları betimlemede bir araç olarak kullanıldığını, bunun dışında üzerine pek gidilmediğini görüyoruz. Güncel hayatta da yediklerimizden bahsedeceksek önce "Ayıptır söylemesi," diye lafa başlıyoruz. "Yemek" söylemesi, anlatması ayıp bir mevzu mu?
Kültürümüzde sahip olduğumuz şeyleri insanların gözlerine sokmamak var, bu da bence naif ve hoş bir alışkanlık. Yediğin içtiğin senin olsun gördüklerini anlat da deriz mesela. Çünkü bir başkasının gördüğü şeyleri dinlerken onları gözümüzde canlandırabiliriz, ya da varsa resimlerine bakabiliriz, ama yemeğin tadını hayalimizde canlandıramayız. Bu paylaşılamayacak bir hazdır. Tanımlamaya çalıştığım anlamıyla yemek yemek değil ama beslenmek, insanı hayatta tutan bir eylem olduğu için, fakirliği ve adaletsizliği işleyen romanlarda bunun bir metafor olarak kullanılması doğal. Ama aslında yemek, hayattaki pek çok lüksten farklı olarak, çok büyük bir kuraklık yaşayan bir coğrafya ya da çok fazla fakirlik çeken bir aile dışında, toplumun büyük kısmının ulaşabildiği bir şey ve doğru atmosferde, doğru kişilerle, doğru yerde yenildiğinde, verdiği haz parayla ölçülemez. Örneğin gerçek dostunuz olduğunu bildiğiniz kişilerle, evinizde huzurlu bir ortamda, neşeli bir sohbet eşliğinde atıştırdığınız pizzanın vereceği haz, lüks bir restoranda sevmediğiniz insanlarla bir iş yemeğinde yiyeceğiniz en harika hazırlanmış yemekten daha fazla keyif verebilir. Yemek hayatımızda önemli bir yer kapladığı için, hayatı anlatan edebiyatın da vazgeçilmez bir konusudur elbette. Bir adam bir kadını yemeğe çıkarmak için uğraşır, evlilik teklifleri romantik yemekler eşliğinde yapılır, aileler yemekte bir araya toplanır, iş adamları büyük projelerini iş yemeklerinde konuşurlar, yemek her zaman için hayatımızda, dolayısıyla da edebiyatımızda beslenmekten çok daha fazla anlam taşır. Ben de bir fantastik romanımda, kendi yarattığım hayali bir yemeğin yapılışından bu yemeği tutkuyla seven diyarın sultanına sunuluşana kadar geçen süreci anlatırken, aynı zamanda diyarın siyasi durumundan inanç sistemine pek çok bilgiyi verme fırsatı bulmuştum.
Sizin edebiyat mutfağınızdaki vazgeçilmez malzemeleriniz neler?
Kuşkusuz hayal gücüm. Yarattığım yer şeyi hayal gücümle süsleyip zenginleştirmekten keyif alıyorum. Salataları sosla yemeği sevdiğim gibi, öykülerimi de yaratıcılığımla sosluyorum. Onun dışında nasıl yemek konusunda kesin kalıplarım yoksa, değişik zamanlarda değişik yemeklerden keyif alıyorsam, okurken ve yazarken de farklı deneyimlerle hayatımı renklendirmek beni mutlu ediyor. Her türden okumayı ve birçok farklı türde yazmayı seviyorum.
Son zamanlarda yemek kitaplarının basımında artış var. Paralel olarak rağbet de önceki yıllardan fazla. Bu konuda özellikle takip edilen yazarlar var. Siz bu artışı neye bağlıyorsunuz? Damak zevki mi gelişiyor? Sizin de takip ettiğiniz yemek kitabı yazarları var mı?
Küreselleşme ile yeni tatlar, farklı yemekler daha fazla hayatımıza giriyor, bunun damak zevkini artırmasa bile zenginleştirdiği bir gerçek. Alıştıklarımızdan farklı şeyler yemeye daha açık bir toplum oluyoruz. Bu durumun yemek programlarının televizyonda bir şov programı formatında sunulmaya başlanmasıyla da ilgili olduğunu düşünüyorum. Başarılı bir ahçı biraz da kamera önü becerisi varsa kolayca bir televizyon yıldızı haline gelebiliyor. Gene de uzmanı olduğum bir konu değil bu. Dışarıda yeme alışkanlığım nedeniyle yemek kitabı yazarlarını pek takip etmiyorum, ama bazen yemek yenebilecek yeni yerleri tanıtan şehir dergilerini okumaktan keyif alırım. Gene de sürprizleri sevdiğim için deneme yanılma yöntemini daha heyecan verici buluyorum.
Bir kitap okuduktan sonra hayatımız değişebilir belki. Peki aynı etkiyi bir yemek yapabilir mi?
Kiminle yediğinize bağlı! Pek çok büyük aşk güzel bir yemek eşliğinde başlamış, pek çok önemli iş teklifi bir yemekte alınmış değil mi?
Söyleşi: Fatma Kahraman
Barış Müstecaplıoğlu kimdir?
Barış Müstecaplıoğlu, 1977'de Kocaeli'nin İzmit ilçesinde doğdu. Yüksek öğrenimini Boğaziçi Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü'nde tamamladı. Hikâye ve roman eleştirileri Varlık, Altyazı, Kitap-lık, Radikal Kitap gibi dergilerde ve çeşitli gazete eklerinde yayımlandı.
1995'te İstek Vakfı Mezunları İffet Esen Öykü Ödülü'nü kazandı. Türkiye'nin ilk fantastik kurgu dizisi olan Perg Efsaneleri'nin başlangıç romanı Korkak ve Canavar ve devam kitabı Merderan'ın Sırrı 2002'de, üçüncü romanı Bataklık Ülke ise Ocak 2004'de yayımlandı.
Tanrıların Alfabesi, dört romandan oluşan Perg Efsaneleri'nin son kitabı oldu.
Perg Efsaneleri serisini tamamladıktan sonra, üniversitede okul yurdunda tanıştığı İslam Misyonerlerini konu alan Şakird isimli bir roman yazan Barış Müstecaplıoğlu, bu konuda Akşam Gazetesi için bir yazı dizisi de hazırladı. Bu kitabın ardından sokak çocuklarını ve onları kullanan suç örgütlerini işleyen bir polisiye roman olan Kardeş Kanı'nı kaleme aldı. Son eseri, 14.yüzyılda yaşamış gizemli şamanist ressam Mehmet Siyah Kalem'in eserlerini odağına alan "Bir Hayaldi Gerçekten Güzel" oldu.
Çeşitli çalışmaları yurtdışında yayımlanmış bir çizer olan Engin Deniz Erbaş'la birlikte resimli bir çocuk kitabı hazırladı. Bu kitapta Doğu ve Anadolu masallarının, efsanelerinin karakterlerini modern bir bakış açısıyla yeniden yorumlayıp fantastik bir çocuk öyküsünün içine kattı. Gökyüzündeki Ülke isimli bu kitap 2008 Nisan'ında yayımlandı ve Hodi Podi isimli kahramanının farklı maceralarını anlatan bir seri halinde devam edecek.
Romanları dışında İstanbul Hikayeleri ve 1002.Gece Masalları gibi çeşitli öykü seçkilerine de katılan yazarın bir cinayet öyküsü, 2008'de Amerika'da Akashic Books tarafından hazırlanan İstanbul Noir isimli bir seçkide ingilizce olarak yayımlandı. Bu kitap aynı sene Türkiye'de Everest Yayınları tarafından da basıldı.
Yazarın Kardeş Kanı isimli polisiye romanı 2008'de Polonyalı okurlarla buluştu. Perg Efsaneleri'nin tüm kitapları 2010-2011 yıllarında Bulgaristan'da yayımlandı ve yayın hakları Çin'e de satıldı. Bir Hayaldi Gerçekten Güzel ise 2012'de Suriye'de yayımlanacak.
Barış Müstecaplıoğlu, yazarlık hayatında farklı farklı türlerde eserler vermeye, kendini tekrar etmekten kaçınmaya özen gösterdiğini ifade ediyor. Ayrıca Türkiye'de daha önce yazılmamış ya da az yazılmış türlerde eserler vermeyi, daha önce işlenmemiş konuları işlemeyi seviyor.
Yemek ve şehirler ilgili çok güzel bir baglantı kurulmuş ,başarılarınızın devamını içtenlkle dilerim
Yeni yorum gönder