'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap. Her bölümde İstanbul'a ait bir hatıra dilleniyor, binlerce yıl öncesinden gelse, siz o anları yaşamamış olsanız bile, İstanbul'la birlikte hüzünleniyorsunuz siz de. Ötesi düşünülmeden bir anda yerle bir edilivermiş, sayısız insanın belleğinde sayısız anılarla yer etmiş, insanlar için yapılmış ama insanlarca katledilmiş onlarca yapı. Hatırlayanları da en az o güzellikler kadar toprağa gömülü, sadece tarih kitaplarının sararmış sayfalarında yaşamaya çalışan güzellikler...
Kitap İstanbul'a yeniden hak ettiği ilgiyi sunmak için yazılmış belki. Her devirde örselenmiş, ezilmiş, ama yine ayakta kalmayı başarabilmiş bir şehre. Belki de şehirden çok o şehri ayakta tutmayı her koşulda başarabilmiş kıymet bilir sakinlerine.
Ahmet Ümit yine beni şaşırtmıyor, şaşırmamaktan dolayı hiç yerinmiyorum, hatta memnunum bile. Biz okurlarına vaat ettiği içi boş aksiyonlarla tırnak yedirtmek değil, suçlunun tarafından da bakabilmemizi sağlayacak detaylara inmek. Sonuç itibarıyle, hayatta herşeyin bir sebebi yok mudur? İnsan sadece kötü kalpliliğinden mi kötülük yapar, onu da kışkırtan, başka çaresi kalmadığını düşündürten koşullar değil midir? Suçluyu suça götüren sebepleri anlamaya çalışmak o suçu hafifletmez elbette, ya da suçu meşrulaştırmaz. Ama bazen kurbanlar daha suçlu olmaz mı katillerinden? Bir anlamda onları cinayet işlemeye götüren cinnetin sorumlusu olmazlar mı? Öldürülmüş olmaları onları günahlarından arındırır mı? Ya katiller, cinayet işleyerek kurban olmaktan kurtulmuş olurlar mı, yoksa asıl kurban hala onlar mıdır? Kitabın son sayfasını okuyup kapağını kapattığınızda aklınızda dönüp duran sorular işte bunlar. Asıl kurban hangisi, ölen mi, yoksa öldüren mi?
Yeni yorum gönder