Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Önce şahsi bir saflığımızı paylaşarak başlayalım. Bazı kitap severler, loş bir odada rahat bir koltuğun uykulu salınımının bedenini teslim almasını bekleyerek okur. Bazısı ise masa başında ve Google’ın engin malûmat denizine ayaklarını sallandırarak. Fakir ikinci nesilden olduğundan romanın başlangıcında geçen tanımadığı her kelime ile karşılaştığında Google denizine dalmaya çalışmış; ancak neredeyse her seferinde sığ suya balıklama atlayanların boyun travması ile ödüllendirilmiştir. Epeyi sefer, ‘yeni bir kelime’ öğrendim dur bakalım bunu günlük dilimin hangi köşesine yerleştirebileceğim diyerek, yan oturduğum koltuktan klavyeye uzandığımda ilgisiz sitelere gönderen sonuçlar karşısında, sigara yakmak ya da masaya bulaşmış fincan dibi lekelerini parmak ucu ile silmek suretiyle aldığım molalara hayal kırıklığımı görmezden gelmeye çalıştım: Simis kalem (s.23), lohuma (s.43), Taoma domuzu / derisi (s. 36), Ruvaş çayı (s. 46), Darokran hasırı (s. 47), Yeşilsuotu, Kızılsuotu (s.49), Nohmaran Yıldızı (50), Adakkuşu (s. 55) ve benzeri daha pek çok kelime aslında romanın kendi dilinde cismini bulmuş kelimeler. Heybeye birkaç kıymetli kelime atacağım hevesi ile bunlar üzerinde bir miktar zaman kaybetmişim.
Roman, 1995 2010 gibi geniş bir dilimde yazıldığından olsa gerek bölümler arasında iklim değişikliğine bünyemin intibak etmesi kolay olmadı. Kimi yerlerde araya çok uzun zamanların ve mekânların girdiğine hükmettim. Uzunca süre yazarın alâkasını bekleyen metin kimi zaman yazara küsmüş, ona örtünmüş. Kimi zaman da onun mesaisine talip olduğunu ağlamış, haykırmış. Yazar bazı an bunu duymuş, bazı an duymamış (o sırada Müslüm Gürses CD’si çalıyor olabilir).
Okurun kendine hafiyelik rolü biçmesine alışkın olduğunu düşündüğüm bir süredir yazarlık yaptığını göz önünde tutarak birkaç tahmin ve tespiti paylaşmak isterim. Öncelikle kitap sayfa numaralarını, bölümleri takip eden bir kronolojik zaman izinde yazılmamış. Bazı bölümler Ankara’da Ayrancı semtinde (“Şairin Gölgesi ve özellikle Agabu ile Zeheyra’nın hikayesi –s.249-257-, Şairin Oyunu), bazı bölümler Cihangir’de bir caféde dikkat dağıtıcı bir gürültü eşliğinde yazılmış sanki. Bandag’ın, orta sınıf kadınların Facebook status paylaşımlarına yakışır hikmetleri ile Moottah’ın İzcinin El Kitabı’na yakışacak türden tabiat övgülerinde bu duyguyu yaşamamak elde değil. Kimi yerlerde üslupçuluğun aceleye geldiği izlenimini benim gibi sıradan bir okura daha vehmettirecek cümlelerle karşılaştım. (Örneğin “kovanından boşalmış arılar gibi iniyordu iri yağmur taneleri” s.204- arılar ölü değillerse yağmur tanesi gibi yerçekimine teslim olmazlar, bu doğuda da batıda da aynı sanırım).
“Yolcular dağılmış meyve sepetlerinden saçılan sevinçli elmalar gibi dökülüyorlar gemiden aşağı” (s.19);
“Biliyor ki ölmekten korkmayanlara yaşlılık kullanışlı bir özgürlük duygusu sağlar…” (s.20)
Saf edebiyat rayihalı bu cümlelerle, önceki Mungan metinlerinde karşılaşmış olduğumu düşünüyorum. İçimdeki hafiyelik dürtüsüne bir de bekâret takıntısı eklenirse romanla samimi bir ilişki kurmanın olanaksızlaşacağını fark edip; bu türden bir tekerrürün, olsa olsa okura katkı olacağına karar verdim. Aynı hafiyenin, Randall Wallace’ın Minority Repot’udan romana sızmış olan (yaratıcı ve romanın bütünü ile tam bir doku uyuşması içindeki) rüya havuzu’nda keyiflice oyun oynadığını da itiraf edeyim (Evet, bu yazı ile kişisel menkıbemi bulmanın değil, şöhretin peşindeyim.)
Okurun zihninde Anakara’ya ilişkin görsel ve sosyal referanslar oluşturma gayreti ile yazar, ya oyunbazlığın savurganlığı ile ya da on beş yıla yayılan dikkatin seyrelmesi ile canlandıracağımız görüntüye odaklanmamızı zorlaştırıyor: Anakara, yakınımızda Doğuda bir yerde mi (Sartap, İran’da vali), Batıda bir yerde mi (berberlere özgü, dükkanların girişinde kırmızı beyaz helezonların döndüğü dekoratif) yoksa Çin’de mi (yer yer isimler ve Terracotta’yı –kilden asker heykelleri- çağrıştıran paragraflar). Bunun bir önemi var mı? Tabi ki yok. Ancak atla seyahat edilen ve güvercinle haber uçurulan bir dönemde, su altı balesinin dev akvaryumlardan izlenebildiğini fark ettiğinizde içinizdeki Sherlok Holmes edepli dursa Watson durmuyor.
Romanın birinci yarısında (bu sayfa sayısının yarısı değil) yoğun bir “sırseverlik” hakim. Tabiata ilişkin her varoluş bir sırrın gölgesine sığınmış ve biz (faniler) o sırrın keşfini değil neredeyse daha da koyulaşıp yoğunlaşarak bizi boğacağı anın hazzı ile çaresizliğimizi kutsuyoruz. “Gerçeklik asla bütün sırlarını ele vermez… sen gerçeklikten payına düşeni kurtarmalısın (s.162)” türünden içerik olarak cılız, mütevekkil, kaderci ve boynu bükük bir Anakara (Doğu) bilgeliğini telkin ediyor. Bu telkin, bazı gazetecileri zihinsel olarak yorgun oldukları bir okuma döneminde romanın Sufizm ile bağlantısını kurmaya zorlayabilir. Ya da okurun zekâsını zorladığını düşündürtebilir! (Belki de gazete yöneticilerinin röportaja muhabir gönderirken önce yazara hayran olma eğiliminin olup olmadığın tetkik etmeleri gerek.)
Doğuda mukim bilgelikten nasibini almamış; kavramaya değil, dergâhta çorba kaynatmaya yazmış bir “sır severlik” yaygın bir toplumsal miyopluğu hepimize kazandırma çalışıyor. Sekiz on yıldır (siyasi konjonktürdeki tesadüfe tebessüm etmek keşke mümkün olsaydı) yazın dünyasında patlama yapan sır fetişizmi, Milli Kütüphane’nin bir çuval mercimek kütlesindeki çiplere sığdırılma aşamasına gelmiş bir dünyada zorlama oluyor ve bize kazımaya çalıştığı acz duygusu ile barışmak mümkün görünmüyor. Bilgelik her şeyi bilmek değil, bilmediğimiz şeylerin sezgisine sahip olmak ve bunu bir terbiyeye tahvil ederek susmayı öğrenmektir. Tam da bu noktada susmak gerek. Hatta belki daha öncesinde gerekirdi.
Bu romanı diğer dillere çevirmek ne kadar zor. Belki bunun için en kullanışlı yol sinemayı kullanmak olurdu. Romanın senaryoya dönüşüp beyaz perdeye yansıdığı halini düşlüyorum. Müzik, Ömer Faruk Tekbilek. Yasnura’yı ben oynamak isterdim, ne de olsa adaş sayılırız.
Gece geç bir vakitte, Lelalu ile Vylea’nın aşkının anlatıldığı (s.382-4) bölümü bir şair kuyusu bulup kuyunun karanlığına okudum. Kuyunun karanlığından çatallı bir zenci sesi şarkı söyleyerek karşılık verdi: “ what a munganful world!”.
Gözümüz, yazarın alt dudağının çukurundaki gölgeye sığınmış, gümüşi üçgen kanatlı kelebeğe takılı, eğilerek saygıyla selamlayalım. Eline sağlık ustam.
murathan mungan kitabına bu eleştriyi de koymalı!!!zira kitabın bu kalp durduran tekdüzeliğine ahenkli bir ritim verilebilir..
Yeni yorum gönder