Behçet Çelik: Okuyucuyu hesaba katarak yazmıyorum
Behçet Çelik: Okuyucuyu hesaba katarak yazmıyorum
Son dönem edebiyatın en verimli ve dikkat çeken isimlerden yazar Behçet Çelik ile, son romanı Soluk Bir An' hakkında söyleşmek üzere Beşiktaş'ta denize nazır bir kahvehanede buluştuk.
Sohbetimizde, tıpkı yazarın kendisi gibi sakin ve akıcı üslubundan, romanda iç hesaplaşmalar yaşayan Taner'in yalnızlığına kadar pek çok konuya değindik.
DİDEM ÇELİK
"İnsanın taşmaması için içmesi, dışavurması gerek" diyorsunuz. Bu romanı ‘beden denilen kılıfın çatlamaması’ için yazdığınızı söyleyebilir miyiz?
Benim özel olarak böyle bir sebeple bu romanı yazdığım söylenemez. Romanın kahramanı, o cümlenin sonunda bütün insanlık kültürünün aslında böyle bir sebeple çıkmış olabileceğini söyler. Öyle bir yan var galiba. Yazmaya bizi iten dürtü aslında kendi içimizden dışarıya çıkmak. Çıkamadığımız zaman çok nahoş şeyler olabiliyor; bu tıkanıklık, hastalıklar, ruhi problemler olarak tezahür ediyor. Kendimizi dışa taşırmanın pek çok yolu var. Dışarıya taşmak, dışarıyla ilişkiye geçmek, dışarıyla hem karşılıklı iki özne olmak hem de aslında aynı bütünün parçaları olduğumuz görmek; bunlar çok temel gereksinimler. Edebiyat da bunun önemli araçlarından birisi. Beni bu romanı yazmaya iten, gündelik hayattaki rahatsızlıklar, hoşnutsuzluklar özünde. Bu benim dünyaya hoşnutsuzluklarımı ifade edebilme yolum. Bu da benim kendi içimden dışarıya taşma şeklim.
Taner hareketsiz, durgun bir karakter. Hatta bir yerde etkileyici bir karabasan görüyor -daha doğrusu kendi bile gördüğüne emin olamıyor- ama buna rağmen, karakterin gidişatında bir değişiklik olmuyor. Taner'in bu hareketsizliği neden?
Sözünü ettiğiniz karabasanı Taner önemli bir kararının eşiğinde görür. Taner'in romanda çok ayrıntılı anlatılmayan, satır aralarında sezdirilen, daha hareketli bir hayatı olmuş geçmişte, öğrencilik yıllarında. Daha sonra yaşadığı kimi kırılmalar nedeniyle hareketsizleştiği dönemde bu karabasanı görüyor. Başkalarının yürüdüğü yoldan yürümeyi seçmesi o rüyanın sonrası. Bu karabasanın ardından harekete geçiyor aslında; fakat seçtiği hareket kendi içinden gelen bir şey değil. Başkaları yaptığı için daha güvenli olduğunu varsaydığı bir yoldan gidiyor. Bunlar romanın başladığı noktadan 15-20 yıl önce gerçekleşmiş. Romanın başladığı noktada başka bir an söz konusu. Romanın en başında yaşadığı çarpılma anının ardından, karabasan ertesi girdiği yolda adım atmakla birlikte hareket etmediğini, soluk almakla birlikte yaşamadığını fark etmesine yol açıyor. Yaşı elliye yaklaşmış ve o güne kadar hayatını öyle bir kurmuş ki eski hareketli zamanlarına dönmesi mümkün değil. Bu durum iç muhasebesine dönmesine neden oluyor. Yani bir hareket var, ama bu hareket içeride gerçekleşiyor. Bunları yaparken eylemde olması mümkün değil; belki roman bittikten sonra kımıldayabilir. Romanda hareket edememesinin bir sebebi de ne yapıp edeceğinin bilemiyor olması.
Romanınızın (hem okur için hem de sizin için) bir iç yüzleşme olduğunu söyleyebilir miyiz?
Taner’in tüm hareketsizliğine rağmen cesur da bir yanı var. Kendi içine bakarken, kendini korumayı bırakıp acı çekmeyi göze alıyor. Yine de bir yandan kendini korumaya devam ediyor olmalı ki harekete geçmeye de korkuyor. Bir şeyler değişsin isterken bir yandan da mevcut halini korumak istediği yüzünden harekete geçemiyor. Harekete geçebilmesi için de cesarete ihtiyacı var, ama bunun da öncesinde samimi anlamda içe dönme, yüzleşme cesareti gerektiğini vurgulamak istedim.
Taner sanki Esra'yı değil de; yalnızca aşık olmayı istiyor. Esra amaç değil, araç gibi. Okuyucunun bu durumu, kadını metalaştırma olarak göreceğini düşünüyor musunuz?
Okuyucunun neyi nasıl göreceğini hesaba katarak yazmıyorum. Taner uzun süre bunu sorguluyor, gerçekten aşık olup olmadığından emin olamıyor, kendisini, hissettiklerini sürekli gözlemeye çalışıyor; bu soruya yanıt bulmaya çalışıyor, harekete geçememesinde bu da etkili. Kadının metalaştırılması olarak görülebileceğini pek düşünmedim bu yüzden. Aşık olmadığı halde kendisini aşıkmış gibi gösterip Esra'yı kandırmaya çalışsaydı böyle olabilirdi.
Taner biraz acımasız diyebilir miyiz? Başka bir kadına öylece değer verebiliyorken yanındakini unutuyor, yok ediyor. Sizce böyle erkeklere bizim toplumumuzda ne sıklıkta rastlıyoruz?
Yanındakini çoktan unutmuş değil mi? Bir başkasına değer verdiği için onu ihmal etmiyor; tersine onu çoktan unuttuğu için duyduğu boşluk yeni birine karşı yoğun duygular duymasına zemin oluyor. Yasemin’e karşı duyduğu en büyük suçluluk içinde bulunduğu anla ilgili değil. Çok daha eski bir nedenle suçluluk duyuyor, evlenirlerken hangi saiklerle evlendiğini açıkça ona söylemediği için. Herkes evleniyor diye evleniyor; başka bir yol olmadığına kanaat getirdiği için, başka yollardan yürüyemeyeceğini sezdiği için. Bunu böyle ifade etmediği için üzülüyor. Kendisini olduğundan başka biri olarak gösterdiği için onu aldattığını düşünüyor, bir başkasının varlığı nedeniyle değil. Bu yüzden yanındakini yok etmesinden çok, belki onunla sahici, kendisini açıkça ortaya koyduğu bir ilişkiye başlamamış olmasından söz edilebilir. Bu da acımasızlık değil mi, diyebilirsiniz, evet, acımasızlık, ama karşısındakine olduğu kadar, kendisine de acımasız davranmış, diyebiliriz.
Biraz da kitabın üslubuna dönelim. Tutturduğunuz bir ritim var, hiç aksamıyor. Heceler, kelimeler bu ritme göre beliriyor sanki... Bunun için özel bir çaba sarf ediyor musunuz yoksa yazıyı akışına mı bırakıyorsunuz?
Belli bir akışla devam etti romanın yazılması, ama elbette dikkat ettiğim bazı noktalar vardı. Roman geçmiş zaman kipiyle yazıldı ama arada şimdiki zamanda bir anlatıma da kayıyor. Bazı şeyler o kadar sık yaşanır ki sürekli böyle yaşanıyormuş gibi hissederiz. Şimdiki zamanın, pek çok yinelemenin, tekrarın vurgulanması için uygun bir kip olduğunu düşündüm. Aynı şekilde romanı anlatan Taner’in kendisi değil, anlatıcı üçüncü tekil şahsın ağzından anlatıyor onun hikayesini, ama arada birinci tekile hatta ender zamanlarda birinci çoğul şahsa da geçiyor. Bunların bir bölümünü romanın akışı belirledi. Benim yazarken, yazmaya başlarken verdiğim kararlar kadar düzeltirken ki okuyuşum ve o sırada verdiğim kararlar da etkili oluyor.
Romandaki şarkılar, şiirler sizin kendi tarihinizden mi yoksa Taner için yarattığınız tarihten mi?
Romanda yer alan şarkılar o sahneyi yazarken Taner'in aklına geleceğini düşündüğüm şarkılar, ama bunlar benim aklıma geldiğine göre benim tarihimle de ilgililer. Önceki kitaplarımda da bazı şarkı ve şiirleri cümleler içinde kullanmıştım. Taner iyi bir okur sayılır; şiir ve şarkılardan destek alıyor. Kendisine kurduğu korunaklı hayatta kendini iyi hissettiği tek zaman evde yalnız kalıp kitap okuduğu, şarkı dinlediği zamanlar. Taner'in nasıl bir gençliği olduğu ve neleri okuyarak kendini yetiştirdiğinin ortaya çıkması açısından bunlara referans vermek bana önemli geldi.
Bu romanı ne zaman yazmaya karar verdiniz?
2010’da Diken Ucu'nu yayınevine teslim etmiştim. Böyle bir roman yazabileceğim fikri ondan önce de vardı aklımda, ama ciddi olarak o tarihten sonra yazmaya giriştim. Birkaç ay nereden başlayacağımdan karar veremedim. Önce Taner’in ağzından anlatmaya başladım, kırk-elli sayfa yazdıktan sonra romanı bir anlatıcının anlatmasına karar verdim. Bu karardan sonra daha hızlı ve yoğun yazabildim.
Bu tür kararları alırken kimlere danışıyorsunuz?
Bu kadar erken aşamalarda yazdıklarımı kimseyle paylaşmıyorum. Bu romanı tamamlayana kadar kimseye okutmadım.
Yeni yorum gönder