Doğu Yücel ile müzik üzerine: Hem büyücü, hem büyübozucu
Doğu Yücel ile söyleşi: "Yazdığım öykülere hayali bir soundtrack katıyorum"
HASAN CÖMERT
Edebiyat, müzik, sinema... Doğu Yücel’in imzası olan her işte üçünü de bulmak mümkün aslında. Kendi kuşağının önemli yazarlarından olan Yücel’le edebiyat dışında bırakmadığı müziği konuştuk...
Edebiyatçı olmanın yanı sıra uzun yıllardır müzik yazarlığı yapıyorsun. Senin için ikisi paralel mi gidiyor yoksa tamamen birbirinden bağımsız mı?
Paralel gidiyor diyebilirim. Hep de böyle oldu. Çocukken öykü yazmaya başladığımda bir yandan müziğe olan ilgim bu sürece eşlik ediyordu. Bazı ilk öykülerimde sevdiğim grupların şarkı sözlerinden yola çıkmıştım. Yazarken de kağıt ve kalem dışında en çok ihtiyaç duyduğum şey müzik oluyor. Bir tek son romanım Varolmayanlar'ı yazarken müzik dinlemekten kaçındım çünkü zor bir kurgusu vardı. O kurgunun içinde kaybolmamak için sessizliğe ihtiyacım vardı. Bu yüzden kendi kendime bir ödül ceza sistemi geliştirdim. “Bu bölümü bitirirsem yeni aldığım albümü baştan sona dinleyeceğim” veya “şu problemi çözersem x grubun konserine gideceğim” gibi oyunlar geliştirdim kendi dünyamda.
Blue Jean gibi 25 yıldır yayında olan bir derginin yazıişleri müdürüsün. Birinde yaratımı gerçekleştiren sensin, diğerinde ise o yaratıma dahil oluyorsun. İkisi arasındaki ilişkiyi anlatabilir misin?
Evet, şöyle diyebiliriz: Birinde büyücüsünüz, diğerinde ise büyübozucusunuz. Bu yüzden iki zıt karaktere bürünmek zorunda kalıyorum. Diğer yandan; üretim safhasının, özellikle sıfırdan bir şey yaratmanın ne kadar zor olduğunu bildiğim için biraz yufka yürekli bir eleştirmenim ben. Bir müzik albümünün üretim aşaması üzerine bir röportaj okuduğumda, kendi kitaplarım için verdiğim emek aklıma geliyor ve her ne kadar kötü bulsam da o emeğin hakkını vermek zorundaymışım gibi hissediyorum. Ama bazen de yazar egoma yenilerek ya da bana yapılan eleştirileri hatırlayıp saçma bir intikam duygusuyla abartılı eleştirdiğim de oluyor. Mesela Sabit Fikir’de Cemal Karanlık’ın Varolmayanlar hakkında yazdığı eleştiri yüzünden bazı albümleri yerin dibine sokmuş olabilirim! (Gülüyor)
Sonuçta edebiyat ve müzik birbirini besliyor; iki tarafta da varolan biri olarak sen nelerden besleniyorsun?
Ben hayattan daha çok sanattan besleniyorum. Hayat bana sıkıcı geliyor. Gazete okumayı bile sevmiyorum. O yüzden romanlar, öyküler, çizgi romanlar, filmler, tiyatro oyunları, bilgisayar oyunları, şarkılar veya arkadaşlarımla ettiğim sohbetler bana malzeme veriyor. Tatlı yemek için yemek yiyen biri gibiyim, günün sonunda izleyeceğim filmi izlemek için, romanı okumak hayatın içinde zaman geçiriyorum.
Dinlediğin müzik ile okudukların arasında nasıl bir bağ kuruyorsun?
Müzik ve edebiyat arasında sıkı bir bağ olduğuna inanıyorum. İlk “işte benim gibi bir adam” diyerek özdeşleştiğim yazarlardan biri Stephen King’di.
Sonra öğrendim ki, yazarken AC/DC, Anthrax gibi gruplar dinliyormuş. Ben de yazarken benzeri gruplar dinliyordum. Alan Moore, Douglas Adams, Murakami gibi birçok sevdiğim yazarın sevdiğim gruplara göndermeler çakması tesadüf olamaz, sanki belli bir notada, bir ses frekansında buluştuğumuzu gösteriyor .
Eminim Edgar Allan Poe, Lovecraft, Jules Verne gibi favori yazarlarım günümüzde yaşasaydı benim sevdiğim müzisyenleri takip ederlerdi. Diğer yandan dilde müziğin çok etkisi var. Hayatına müzik girmemiş yazarın dili coşkusuz ve melodisiz olur bence. Onun dışında müzik hayatımın büyük bir parçası, o yüzden müziğe dair alıntılar kullanmayı, gruplara göndermeler yapmayı seviyorum. Yazdığım öykülere hayali bir soundtrack katıyorum.
Sence eleştiri kurumu Türkiye’de nasıl işliyor?
Sanırım eleştiri kurumu Türkiye’de bir tek sinemada doğru işliyor. Bugün bir müzik albümü çıktığında o albüm hakkında yazılı basında üç tane elle tutulur eleştiri çıksa iyi sayılır. Eleştirideki kıtlık, kitaplar hakkında da geçerli. Böyle olunca yazar veya müzisyen ister istemez sadece okurun veya dinleyicinin algısını takip ediyor ve o yönde ilerliyor. Örneğin Türkçe rock’ta “arabesk tını”ların artmasını buna bağlıyorum, kimse bunu kıyasıya eleştiremiyor, müzisyen de bakıyor, albüm satıyor, aynı yolda devam ediyor. Diğer müzisyenler de farklı bir şey yapmaya cesaret edemeyince müzik üretimi tek tipleşiyor. Edebiyatta da aynı durum geçerli. Türkiye’de 2000’lere kadar yerli fantastik edebiyat alanında çok az kişinin kalem oynatmasının nedeni edebiyat eleştirmenlerinin bu türleri dışlamasında aranabilir.
Bir müzik yazarının Türkiye'deki müzik içindeki konumlandığı yer belli midir, somut olarak tarif edilebilir misin?
Müzik yazarlığını birçok açıdan çok önemsesem de Frank Zappa’nın o meşhur sözünü es geçemiyorum. “Rock gazeteciliği dediğiniz, doğru düzgün yazı yazamayan kişilerin, iki lafı bir araya getiremeyen kişilerle, okuduğunu anlamayan kişiler için röportaj yapmasıdır” der usta müzisyen. Bu sözün dünyanın her yerinde geçerli bir tarafı maalesef var. Sanatın her dalında eleştirmenlik gerek eserlerin tarihteki yerini bulması için, gerekse de sanatçıların gelişebilmesi için hayati öneme sahiptir.
Ülkemizde ise müzik yazarlığı çok daha zor çünkü müzisyenlerimiz inanılmaz alıngan. Müzisyenlerimizin hayranları da. Yabancı müzik eleştirmenleri ne şakalar yapıyorlar, biz ise en ufak kinayemizde sadece söz ettiğimiz o müzisyenin değil, arkadaşlarının ve hayranlarının da hışmına uğruyoruz. Buna benzer nedenlerden dolayı gerçekten özgürce yazabilen bir müzik yazarı olduğuna inanmıyorum.
Peki uzun yıllardır yazan, çizen, takip eden biri olarak sence müzik değişen mecralarda nasıl şekil aldı?
Daha kolay ulaşılabilir hale gelince değeri düştü tabii ki. Eskiden bir albüme ulaşmak için yollar kat ederdiniz, maceralar atlatırdınız, yemez içmez harçlığınızdan para biriktirirdiniz, tek bir albüm için yurt dışıyla mektuplaşırdınız… Şimdi hepsi tek bir “tık”a bakıyor. Fakat bardağın dolu tarafına da bakmak gerek; internet ve download kültürü, müzik endüstrisinin tekeline son verdi. Artık sadece endüstrinin pompaladığı isimleri dinlemek zorunda kalmıyoruz. Genç, “isimsiz” bir yetenek internete koyduğu şarkılarla ertesi gün kitlelere ulaşabiliyor. Bir özgürleşme, demokratikleşme var, ama diğer yandan popüler müzikte eskisi kadar büyük yeteneklerin çıkmadığı da ortada.
Edebiyat ve müzik gibi sinemanın da hayatında önemli bir yeri var. Tür sineması yazan tek kişi olduğunu düşünüyorum. Sinemanın sadece ‘masa başı’ kısmında mı kalmayı düşünüyorsun?
Evet, masa başı iyidir, tek başınıza olabileceğiniz, sektörün parazitlerinden uzakta kalabileceğiniz tek yer. İki film ve çeşitli dizi çalışmalarından sonra işin sadece senaryo kısmında kalmanın ruh sağlığım için en iyisi olacağını düşünüyorum. Tüm sağlıksız koşulların yanı sıra senariste en az değer veren sektörlerden birine sahibiz. En basit örneğiyle; jenerik sıralamasında senaristin adı hangi ülkede yapımcının, hatta yürütücü yapımcının gerisinde kalır? Üretim safhasında söz hakkınızın olmadığı, işin maddi kısmında sömürüldüğünüz bir sektörde bir senaristin var olması çok zor.
çok doğru
Yeni yorum gönder