Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap


Ece Erdoğuş: Toplumun içi boş değerleri hem itici hem mizahi


İTEF - İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali bugün (3 Ekim Pazartesi) başladı. Festivalin üçüncü yılında, Sabit Fikir her hafta festivalin katılımcısı olan bir edebiyatçıyla söyleşi yayımlayamaya devam ediyor.  Bugünkü söyleşimiz Ece Erdoğuş ile…

 

İTEF - İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali'nin bu yılki festival teması "Şehir ve Yemek." Yemeklerin şehirlere özgü çağrışımları var. Örneğin Adana deyince zihnimizde hemen kebap belirir. Edebiyatçıların da şehirler üzerinde çağrışımları var. Yaşar Kemal deyince akla yine "Adana" geliyor mesela. Tekirdağ denilince "tekirdağ köftesi" ve Namık Kemal... İstanbul'un sizde bu türden bir çağrışımı var mı?


İstanbul deyince aklıma Yahya Kemal Beyatlı geliyor, yemek de kesinlikle balık.  Boğaz ve balık benim için İstanbul’un vazgeçilmezlerinden. Dahası balık Bizans İmparatorluğunda paraların üstünde figür olarak kullanılmış, yani tarihsel olarak da böyle bir iç içe geçmişlik var. Öte yandan İstanbul’u en güzel anlatan, ona tutkunluğu çok açık olan yazarlardan biri Yahya Kemal Beyatlı. Onun mısralarında İstanbul’un daha saf ve bence daha etkileyici olan eski yüzüyle buluşabilirsiniz.

 



Beslenmek sadece ihtiyaç değil, bir zevktir de."Yemek bedenimizi, edebiyat ruhumuzu besler" diye kabul ediliyor. Sizin için dünyanın en besleyici şehri neresi?


Elbette İstanbul. Büyüdüğüm şehir, hayatımın en önemli ve güzel anlarını bu şehrin sokaklarında yaşadım. Bu anlamda İstanbul’u hep bir yuva olarak gördüm. Kimi şekilsizliklerine, kalabalığına, suça karışmışlığına, tekinsizliğine karşın ana rahmi gibi, özellikle Kadıköy. Hangi şehre gidersem gideyim belli bir süreden sonra İstanbul beni geri çağırıyor. Dahası demin bahsettiğim gibi büyük şehir olmanın her tür rengini, uyuşmazlığını, tehlikesini, heyecanını da içinde barındırıyor. On beş, on altı milyon insanın yaşadığı bu şehirde her saniye iyi ya da kötü binlerce olay yaşanıyor. Bu da edebiyatçı için çok besleyici tabii ki. İşin içine aidiyet meselesi de giriyor sonra. Dolayısıyla romanlarım da bu şehrin sokaklarında geçiyor.

 


Edebiyatta da "Bir şeyin tadını almak için önce damak zevkine ihtiyaç vardır" diye bir deyiş var. Siz bunu nasıl yorumluyorsunuz? Edebiyatta damak zevki nasıl oluşur?


Okuyup araştırdıkça ve biraz da hayat birikimiyle hem okur hem de yazar olarak daha seçici olmaya başlıyor elbette insan. Nitekim beş on yıl önce elinize alıp hiç sevmediğiniz hatta belki sıkıcı bulduğunuz bir kitap, yeniden karşılaştığınızda sizde bambaşka bir etki yapabiliyor. Edebiyat başlı başına bir âlem, tıpkı yemek gibi. O âlemi tanıdıkça daha anlamlı olmaya başlıyor insanın yolculuğu. Sanki o dünyadan dostlar ediniyorsunuz ve zaman içinde de bağlar kuvvetleniyor. Yani bir anlamda damak zevki de incelmiş oluyor. Dahası zaman içinde karşılaştırma olanağı buluyorsunuz. İyi örneklerle karşılaştıkça önceden sevdiğiniz kimi kitaplar sizde eski etkisini yitirebiliyor. Tıpkı pek iyi olmayan ama paylaşımı kuvvetli bir yemekten geriye kalan bir anı gibi, olumlu çağrışımlar saklanıyor hep onlarda da.

 


Edebiyat ve yemek yapmak; her ikisi de birer sanat. Bu iki sanat arasında bir benzerlik ya da ilişki kurulabilir mi?


Her ikisinde de özen kaçınılmaz, iyi yemekte de edebiyatta da. Yeni tatlara fikirlere açık olmak, bu anlamda denemelere girişmekten çekinmemek… Sonra yine ortak bir koşul çok araştırmak, okumak… Bir de tabii iyi sonuca ulaşmak için malzemeleriniz iyi seçilip işlenmiş olmalı. Bazı aşçılar için eli lezzetli derler ya, bu bir dokunuş, duyuş, algılayış farkıdır ve edebiyatta da kendinize bir dil kurarken bu tür bir farkın, söyleyişin peşinde olursunuz. Kimi yazarları özel kılan unsurlardan belki de en önemlisidir bu.  Her ikisini de çok büyük kültür ürünleri, yaratımlar olarak görüyorum ve de yaşamak için zaruri.

 


Klasik kabul edilen romanlara baktığımızda "yemek" unsurunun sadece "açgözlülük" ya da "kıtlık" gibi kavramları betimlemede bir araç olarak kullanıldığını, bunun dışında üzerine pek gidilmediğini görüyoruz. Güncel hayatta da yediklerimizden bahsedeceksek önce "Ayıptır söylemesi," diye lafa başlıyoruz. "Yemek" söylemesi, anlatması ayıp bir mevzu mu?

 

Dünyanın geçtiği devreler düşünüldüğünde bir yerde zorunlu kalınmış belki. Belli bir zümreye mal edilmiş çünkü iyi yemek. Açlığın olduğu yerde bizim konuştuğumuz ve büyük bir kültür ürünü olan yemekten bahsetmek de manasızlaşıyor elbette, yemek başka duygularla özdeşleştiriliyor, çünkü orada başka bir savaş var. İnsanların kısıtlı imkânları düşünüldüğünde günümüzde de kimi durumlarda insanın yediklerinden bahsetmesi hoş görülmeyebilir. Çünkü ailece bir restorana gitmek ne yazık ki birçok insan için hala bir lüks.

 

Öte yandan yemek benim konuşmayı en çok sevdiğim konulardan biridir.  Bir arkadaşım benimle bir yemeği nasıl yaptığını, yeni keşfettiği bir lezzeti, çok keyif aldığı bir restoranı paylaştığında çok mutlu oluyorum. Hatta sofrada da yine yemekler, tarifler hakkında konuşmak ayrı bir zevktir.

 

Sizin edebiyat mutfağınızdaki vazgeçilmez malzemeleriniz neler?


Ben bireysel hikâyelerin peşinde bir yazarım. Toplumun zevkleri, kuralları, baş üstünde tuttuğu kimi içi boş değerleri, her anlamda popüler olana ve modaya merakı,  yalnızlıktan ölesiye korkması bana itici ve aynı zamanda müthiş mizahi geliyor. Bu yüzden o kalabalıklarda sıkışıp kaldığı halde kendini yaşayan insanları anlatıyorum. Bu durumu çok içten hissediyorum ve benim hayatımda da kolay kolay tükenmeyecek gibi. ‘Yalnızlık’ ve ‘karamsarlık’ da var tabii işin içinde, ‘ironi’ ve hatta ‘alay’ da.

 

Son zamanlarda yemek kitaplarının basımında artış var. Paralel olarak rağbet de önceki yıllardan fazla. Bu konuda özellikle takip edilen yazarlar var. Siz bu artışı neye bağlıyorsunuz? Damak zevki mi gelişiyor? Sizin de takip ettiğiniz yemek kitabı yazarları var mı?


İyi yemeğe, hatta aşçılığa duyulan ilgi son yıllarda kesinlikle arttı. Bu artışı restorancılık konusunda gösterilen çabaya, yemek programlarının artmasına, tabii modaya çok düşkün bir toplum olduğumuz için yurt dışında da bu işin revaçta olmasına bağlıyorum. İtici güç her ne olursa olsun toplum olarak yemekle daha çok ilgilenmemiz önemli bir gelişme. Umarım bu furya devam eder, bu konuda kendimizi daha da geliştiririz.

Özellikle takip ettiğim bir yemek yazarı yok fakat Osmanlı mutfağından az bilinen reçeteler içeren yemek kitaplarına meraklıyım.

 

Bir kitap okuduktan sonra hayatımız değişebilir belki. Peki, aynı etkiyi bir yemek yapabilir mi?


Tanışılan her yeni lezzet, yemek yolculuğumuzda, üstelik bir de yemek yapmaya meraklıysak bir milat değeri taşıyabilir bence. Ya da hayatında hiç yemek yapmamış birini mutfağa sokabilir, böyle bir meraka kaptırabilir. Şunu da unutmamak gerek, yemek paylaşılarak güzelleşen bir şey. Açıkçası, tek başına bir ziyafet sofrası bana hiç keyif vermez. Ama birlikte olduğunuz insan, ambiyans, müzik, ışık, servis gibi unsurlar da düşünülünce iyi bir yemek hayatı değiştirir mi bilmiyorum ama bir çok ilişkiyi ve günü olduğundan da güzel ve unutulmaz yapar. 

 

Söyleşi: Fatma Kahraman

 

 

 


 

 

 

Ece Erdoğuş kimdir?



1982 yılında doğdu. Ortaokulda tiyatro ve yazıyla ilgilenmeye başlayan Ece Erdoğuş, Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü mezunu. 1998’de Ferhan Şensoy’un Nöbetçi Tiyatro sınavını kazandı. 2000-2005 yılları arasında Ortaoyuncular’da rol aldı, yönetmen yardımcılığı yaptı. Kolpa, şiir ve öykü çalışmaları da bulunan Ece Erdoğuş’un ilk romanı.




Toplam oy: 909

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.