Ersanlı ile söyleşi: "Kendimi seçkin bir insan gibi sakınmadım"
Büşra Ersanlı ile söyleşi: "Kendimi seçkin bir insan gibi sakınmadım"
Suzan DEMİR
KCK operasyonları kapsamında 28 Ekim 2011’de gözaltına alınan Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Büşra Ersanlı, tutuklandığı günden, serbest kaldığı 13 Temmuz 2012 tarihine kadar yaşadıklarını Bulut Falı: Bir BDP'linin Cezaevi Tanıklığı adlı kitapta topladı.
Ersanlı’nın Bakırköy Kadın Cezaevi’nde kaldığı bu süreçte tuttuğu günlükleri, ona gelen yüzlerce mektupla birleştiren Bulut Falı, o dönemi hem kişisel yönleriyle, hem de dönemin atmosferiyle harmanlıyor. Süreci resmi tarihi tekzip ederek, resmi tutanaklara geçmeyen yönleriyle ele alıyor.
Bu sancılı süreci olabildiğince akıcı ve farklı bir cezaevi anısına dönüştüren Ersanlı, “Hem pasifist ve iyimser olmam, hem kendimi seçkin bir insan gibi sakınmamam bir şeylere yardım etti” dedi. Özgürlük tanımayan devlet erkânının, öğretim üyesi olmuş birinin de bu tercihi yapabildiğini görmesinin önemine dikkat çekti.
Prof. Dr. Ersanlı ile Bulut Falı’ndan yola çıkarak işte bu süreci konuştuk:
Kitapta ilk olarak şuna dikkat çekiyorsunuz: Türk, profesör ve bir kadın olmanız size karşı garip bir önyargı oluşturuyor. Özellikle hükümet yetkilileriyle gerçekleştirdiğiniz Anayasa Komisyonu toplantısında da BDP’li olduğunuz için bu önyargıyı çok fazla hissettiğinizi söylüyorsunuz. KCK operasyonlarında tutuklanan bir BDP'lisiniz. Peki, bu süreçte bu algı kırıldı mı?
Bu algı her zaman vardı fakat bu kadar yaygın değildi. Ki bu algı sol kesimde ve farklı alternatif idealleri olan, eleştiri yapan insanlara karşı her zaman vardır. Geçmişte sosyalist olduğum için bana karşı da vardı. Fakat misal Anayasa Komisyonu’nda bu şekilde yüz yüze gelmek bence onları çok rahatsız etti. Yani “bizim üniversitemiz”in bir elemanı nasıl olur da bu şekilde karşımızda olur diye. Ben öyle algıladım. Türkiye'de bilim özgürlüğü algısı maalesef yok. Devlet üniversitelerini hatta vakıf üniversitelerini bile devlete ve hükümete hizmet etmesi gereken kurumlar olarak görüyorlar. Hem kadın, hem devlet üniversitesinde çalışıyor, Kürt sorununun çözümü için mücadele ediyor ama Kürt değil; bu kadarı da çok fazla duygusuyla yaklaşıyorlar, kafaları karışıyor. Türkiye’de insanların seçimlerine, düşüncelerine saygı maalesef yok. Hiçbir zaman da olmadı, şimdi daha da çok yok, çünkü daha zenginleşmiş bir otoriterlik var.
Peki, günlük tutmaya içeriye girer girmez mi başladınız?
Hayır, ablamın önerisiyle 1 Ocak 2012'de başladım. Fakat başlarken de Eylül-Ekim aylarını kısa kısa kendime hatırlatmak için toparladım. Yani şöyle bir 10 sayfa kadar da öncesini yazdım. Sonra 60- 65 sayfa kadar da günlüklere devam ettim. Hatta bazı günlerde tek bir satır yazdım.
"Akademik dili elitist bir anlamda hiçbir zaman benimsemedim"
Akademik dili çok iyi bilen bir insan olarak günlük yazmak sizin için nasıl bir deneyim oldu?
Kısa kısa yazarak, günlük tutma alışkanlığım vardı. Ama çok kısa. Böyle bir tecrübem yoktu, Akademik dili “elitist” bir anlamda hiçbir zaman benimsemedim. Basit yazmaya çalıştım hep. En genç dönemlerimde bile basit olmayan, ağır kavramlarla yüklü yazımları zorlukla yapabiliyordum. Onun için meselenin özünü duru bir şekilde anlatmaya uğraştım.
Kitap günlüklerin yanı sıra mektuplardan da oluşuyor. Nasıl bir duygu yüzlerce destek mektubu almak?
Çok güzel bir duygu. Kürt muhalif hareketinin Türkiye için gerçekten bir demokrasi umudu olduğunu gösteriyor bu. Çünkü o insanlar seninle bu durumu paylaşmak istiyor, dayanışmak için. Ben de zaten paylaşmak istediğim için kitabı bu şekilde kurguladım. İlk önce itirazlar oldu, bu kadar çok mektubu koyarsan bu kitabı okumak sıkıcı olabilir diye. Binden fazla mektup vardı çünkü, onların belki 100-150’sini dışarıda bıraktım. Ben o yılı nasıl paylaşabildiğimi anlatmak için yazdım. İnsanlarla nasıl paylaşabildiğimi, onların da benimle nasıl paylaştığını yazmak istedim. Tamamen benim olabilecek bir şekilde yazmadım. Zaten öyle kuvvetli bir edebi yönüm de yok. Bilinsin, kaydedilsin diye yazdım.
Akıcı hatta yer yer mizahi bir dili var kitabın. Farklı bir siyasi-anı-belge kitap da olmuş aynı zamanda.
Siyaseti hafifletmek çok önemli, çünkü siyasetin hayatımıza girişini çok ağırlaştırıyorlar. Aslında siyaset yapmıyorlar çünkü insan haklarının evrensel temel ilkelerini sağlamadan siyaset yapmak bence mümkün değil. Hiçbir zaman değildi ama şimdi hiç değil.
“Beni lafla terör düzeyine taşımak istediler”
Kişisel tarihinizi anlatırken, siz içeriden bir tarih anlatımı yapıyorsunuz, içerideki hapishane koşullarını, bir taraftan dışarıda da tarih bir şekilde medya tarafından ve devlet tarafından yazılıyor. Mesela sizin en çok yakındığınız şeylerden biri de özellikle, medyanın çarpıtması. Evinizden alınışınızdan tutun da ünvanınıza kadar her şey. Kitapta da belirttiğiniz gibi medya sizi hukuk profesörü yaptı bir dönem, siyaset bilimciyken...
Medyanın bu tür saldırılarda bulunduğunu biliyordum, şimdi de yaygın bir düşmanlaştırma, nefret söylemi devam ediyor. Benim için de bu nefret çok sivri oldu; sürekli pasifist olan, barış isteyen ve insanlarla kavga etme alışkanlığı dahi olmayan bir insanın, PKK – KONGRA GEL örgütü üyesi ve sonradan da yöneticisi olarak anlatımı! Bu anlatım yapılırken fikirlerle yapılmadı. Molotofkokteyli sokak çatışmaları içeren arşiv filmlerini gösterip, üzerine benim kimliğimi koydu birçok televizyon. Çok ürkütücü boyutlara taşıdılar işi, hatta bazıları İmralı'ya giden gemiyle bağlantı kurmak istedi. Herkes bir şey attı ortaya, acaba gerçekten bunu terör düzeyine “lafla” taşır mıyız diye. Ama lafla peynir gemisi yürümüyor. Muvaffak olamadılar. O zaman da beni çok şaşırttı bu nefret derecesi, fakat açık söylemem gerekir ki üzmedi. Çünkü Türkiye'deki faşizme yatkın olan zihniyeti görebiliyorum, genç yaşımdan beri karşılaşmış olduğum bir şey bu...
Daha önce de hapse girdiniz… Önceki hapishane anılarınızla bunları karşılaştırdığınızda nasıl bir şey çıkıyor ortaya? Benzerlik var mı?
Önceki hapishane ortamı Ankara'da Dışkapı’daydı ve gecekonduya bakıyordu, tabiat da vardı. Yürüdüğümüz yer, yani havalaandırmamız tel örgülerle çevriliydi, etrafı çimenli bir yerdi. İçerideki koşullar daha zordu çünkü orası ahırmış eskiden. Onun için ısınması vs çok zor oluyordu. Yemekten taşlar çıkabiliyordu, televizyon yoktu.
Orada ne kadar kaldınız?
Orada iki sene dört ay kaldım. Ama arkadaşlarımla dayanışma vardı. Ben iyimser bir insanım. Mahvoldum, bittim havasına kolay kolay girmem, şiddet olmadıkça. O zaman işkence de uygulanmıştı üstelik ona rağmen çabuk atlattım.
Peki, Bulut Falı ismi nereden geliyor?
Bir tek beton görüyorduk içerideyken, bir de gökyüzü. İlk girdiğim zaman altı ay kıştı. İşin ürkütücü yanı da var, karanlık bulutlar olduğu zaman, özellikle kışın. Ki medya da, yargı da bize öyle yaklaşıyordu. Ama o karanlık bulutların bile sevimli ve hareketli olan bir yanı vardı. Mesela hava ve bulutlar karanlık olduğu zamanlar, bir kuş geçiyordu ve o bulutları kırıyordu, o zaman çok seviniyordum. Oradan geldi aklıma. Bütün bunları düşünmek için olanağım vardı. Ama bulut falı bakmak diye bir şey de varmış.
Peki, nasıldı cezaevinde günler, yine siyasi kadın tutuklularla birlikteydiniz değil mi?
Çoğu BDP'liydi zaten olmayanını da ben bilmiyorum. Benim koğuşumdakiler BDP'liydi ve 22 ile 29 arasında değişiyordu sayımız. Giden gelen oluyordu. Aslında giden pek olmuyordu son mayıs ayına kadar ama koğuş değiştirmeler oluyordu, bazıları yakın arkadaşlarının yanına gitmek istiyordu. Hepsi ifade özgürlüğünden tutuklanmış bir düşmanlaştırma kapsamında rehin alınmış kadınlardı. Çoğu da gençti zaten.
“Cezaevinde de üniversitede verdiğim dersleri verdim”
Orada da yine ders veriyordunuz değil mi?
Evet, üniversitede verdiğim dersi veriyordum. İlk önce Federalizm, üniter devlet ve konfederalizm. Onu iki üç hafta yaptıktan sonra KADER için bir meslektaşımla birlikte yazdığımız “Her yerde her zaman siyaset” adlı kadın bakış açısıyla siyaset bilimine giriş. O bittikten sonra da “siyasi ideolojiler” dersi yaptık.
Peki, nasıl dahil oldunuz Kürt hareketine?
Bu tamamen kadın hareketiyle ilgili bir şey. KADER'in yöneticisi olmam, derslere gitmem sayesinde tanıştım bu siyasi hareketteki kadınlarla. 2001-2002 yıllarında daha çok. Ama bu hayatımın bir ilki değil. Tabii ki daha önceki süreçte de yine devrimciydim, yine sosyalisttim. Zaten Kürt mücadelesi vardı, o arkadaşlara da yakındım. Fakat kadın hareketindeki gelişmeyi bizzat 2000'in başlarından itibaren izleme imkanım oldu. Partiye girme, partili olma, partili olarak öne çıkma gibi bir hevesim yoktu. Fakat çok haklı gördüm bu siyasi geleneği ve Türkiye'deki tıkanma için tek bir umut olarak değerlendirdim. Aslında özgürlük tanımayan devlet erkânının, artık bu son noktada, öğretim üyesi olmuş, çalışıp bazı eserler vermiş birinin de böyle bir tercih yapabildiğini görmesini istedim. Bu yaklaşımın barış için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Geçtiğimiz hafta yitirdiğimiz Berkin çok değerli bir sembol oldu. Ekmeğiyle. Ve o güzel yüzüyle. Ama arkasından Okmeydanı’nda öldürülen gencecik çocuk ve aynı gün kalp krizi geçiren genç polis... Bunlar benim için aynı acılar. Ve hem pasifist ve iyimser olmam, hem kendimi seçkin bir insan gibi sakınmamam bir şeylere yardım etti.
Şimdi davanız sürüyor hâlâ değil mi?
Sürüyor, sürüyor tabii ama ne tür bir nefret davası olduğunu artık bilmiyorum açıkçası.
Peki, tahliye olduktan sonra okula döndünüz. Okul yönetimi ve öğrenciler açısından bu süreç nasıldı?
Aslında idare olarak biraz mahcubiyet vardı. Fakülte olarak saygı vardı. Ama öğrencilerim ve meslektaşlarım beni çok büyük bir sevgiyle karşıladı ve herhangi bir güvensizlik hissetmedim. Zaten ben hayatım boyunca güvensizlik hissini pek duymadım.
Kitabın sonunda yeğeninizin resimleri var. O resimlerin öyküsü nedir?
Zeynep Perinçek Signoret ressam, 90'ların başından beri, 18-19 yaşında başladı ve sonra resim okudu, Fransa'da yaşıyor. Ben çok yakınım yeğenlerimle. O mektup olarak yolladı bunları... O şekilde iletişim kurdu. Ben de yedi metrekarelik koğuş odasının içinde bu resimlerden küçük bir sergi yaptım. Hem benim için hem koğuştaki arkadaşlarım için hoş bir atmosfer, bir renk oldu. Benim için değerli resimler bunlar. Dolayısıyla o dönemi her gün paylaştığım insan Zeynep’ti. Kitabı da böyle paylaşmak istedim.
* Görsel: Sedat Girgin, Zeynep Perinçek Signoret
Yeni yorum gönder