Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap


Karin Karakaşlı: "O yanık kokusu, o kan üzerimize sıçrıyor"


Karin Karakaşlı bu ülkenin vicdanı olan isimlerden... Kaleminden çıkan her söz, savaş çığlıkları, nefret yazıları, kirli politikalar ve medyanın ikiyüzlülüğü arasında adeta nefes alınabilecek bir vaha. O yüzden, zihnimiz açılsın diye gündemi bir kez daha ondan dinledik…
HASAN CÖMERT



En sıcak konudan; Şehir Tiyatroları yönetmeliğinin değiştirilmesi ve sonrasındaki gelişmelerden başlarsak…
Asıl mesele zihniyet, çok farklı alanlarda ama hep aynı şekilde tezahür ediyor. Kendine dair olanı kendi beğenilerine göre oluşturmak demek geri kalanın yaşam hakkını ortadan kaldıran bir iç müdahale demek ve bu iç müdahale her şeyi zapturapt altına alıyor. Bir hizalandırma gayreti... Çoğu alanda hissediliyor. Giderek bir tahammülsüzlük iklimine dönüşüyor her şey. Sürekli her alanı bu kadar kutup halinde yaşarsak geriye bir zemin kalmıyor. İdeolojik bile değil, bu neyin kutuplaşması bilemiyorum. Bildiğin iktidar ve güç alanları; poliste karşılığı var, yargıda var, sanatta da olacak gibi. Her şeyden öte İstanbul’da bunun karşılığı var zaten.

 

 

 

 

 

 


Kentsel dönüşüm değil mi?

 

 

Evet, İstanbul’un kentsel dönüşüm diye geçirdiği hallere bakmak lazım, aynı hoyratlık. Çok ürkütücü… Ne kadar çabuk yapıldı, akşamında karar alındı, hemen Meclis’ten geçirildi, mikrop defeder gibi belli alanlar boşaltıldı. Oralarda kurulmuş hayatlar var. Şehirle insanın organik bir bağlantısı vardır; mekan seni belirler, eşyanın senin üzerinde hakkı vardır, yaşanmışlıklar vardır ama bunların hepsini görmezden gelip bu mantaliteyle insanları defedip, o gökdelenleri dikiyorsun mahalle dokusu diye bir şey kalmıyor. Mahalle çok insani bir şeydir, manavın bakkalın seni tanır, esnafla iki çift laf edersin, birinin çayını içersin ve kendini koca şehirlerde kaybolmamış hissedersin. İnsana iyi gelir. Ve bunlar birdenbire yok ediliyor. Gazi Mahallesi’nde Venedik Evleri reklamı görüyorum. Korkunç bir tiyatro dekoru yaratılıyor, gerçeklik duygunla, hakikatinle oynanıyor. Her şey ters yüz oldu. Bu kadar dengesizlik bünyeleri bozar, sağlıklı bir şey göremiyorum.

 

 


Örneğin; Sulukule’deki ailelerin yerinden edilmesi bu dengesizliği görmek için yeter galiba…

 

Onlar bir yere gidemez çünkü o yaşamı bir komün üzerinden burada kuruyor, orada tekrar filizlenemez ki. Bu kökten koparıp sürgüne göndermektir. Ve belli yerlere yönelik yapılıyor. Seçkinci bir şekilde her yer püripak, yüksek hayat standartlı olsun. Her yer aynı aynı aynı... Sokakta koşmayan, top oynamayan, dizini yaralamayan çocuklar büyüyor. Ve ben bunları çok romantik kaygı olarak söylemiyorum. Bunlar eksildikçe dönüştüğümüz şey başka bir insan modeli. O insan modelinin de şöyle bir algısı olacak. Benim mekanım güvenli, dışarısı tehlikeli. Ve herkes kendi dışını yaratıyor. İçeride koza kuruyor küçük küçük. Herkes birbirinin benzeri üzerinden ilişki kuracak ve dolayısıyla farklı olanı kendisine tehdit görecek ve bu da en son ihtiyacımız olan şey. Ve bunlar inanılmaz hızlı bir şekilde gerçekleşiyor. İstanbul’a bunu yapma hakkını nereden buluyoruz onu da bilmiyorum. Fetih’i kutlayarak İstanbul’u sahiplenmiş olmuyoruz.

 

 

 

 

 

 

Bu ülkede hep aynı şeyler konuşuluyor, siz de aynı sorunlar üzerine yazmak zorunda kalıyorsunuz.

 

Umutsuz olsam ve durumu kabul etsem yazmamam ve anında gitmem gerekir. Yazdığın ve durduğuna göre söylenmeyen bir umut var demektir. Ve bu kuşaktan kuşağa devredildi. Bir de ne kadar zamandır konuşuldu ki bu konular, Kürt sorunu, Ermeni sorunu, ikisi de tabuydu. O cümleleri kurar olmak, birbirini tanımak çok uzun zaman aldı ve acılar üzerinden oldu. Bunların hepsinde bir abukluk yok mu? Bu meselelerin sadece Kürtlerin, Ermenilerin olmadığını tüm Türkiye’nin önünü tıkayan bir demokrasi sorunu olduğunu söylemek çok zaman aldı, alıyor. Bu hepimizin ortaklaştığı bir nokta bile değil. Siyaset de çoğu zaman zikzaklar çiziyor. Bir ileri, iki geri, beş geri derken o zikzakların acısını çekiyoruz. Ne kadar zamanda ne çözülebilir, inan bilmiyorum ama başka türlüsü elimden gelmediği sürece böyle devam etmek durumundayım.

 

 

 

Daha önce asıl meselenin ‘birlikte yas tutmak’ olduğunu yazmıştınız. Bu mümkün mü ya da çok mu zaman alır?

 

Devlet politikasının başardığı bir şey var; kompartımanlara ayırmak, o kompartımanların da kendisinden bihaber olması ve birbirinin acısından haberdar olmaması durumu... Milli Eğitim politikasına bakmak lazım. O kadar acı yaşandı hala ders kitaplarında bir değişiklik oldu mu, hayır. Neyi nasıl anlatıyoruz tarihte. İkincisi de medyanın dili. Basın kendi ödeşmesini hiçbir zaman yapmadı. Oradaki dil, manipülatif bir dil ve doğrudan nefret söylemi. Bütün bunlar ortada dururken farklı kaynaklar bulmak zaten mucize. Sorun da bu zaten. İnanılmaz çaba gerektiriyor. Normalde günlük hayat içerisinde bu kadar ülke konuşmazsın. Sevgilini, geçim derdini, kendi hayallerini konuşursun. Ama öyle değil, çocuğundan yaşlısına ‘ne olacak bu ülkenin hali’ teraneleri konuşuluyor.

 

 

 

 


Hrant Dink, Sivas, Pınar Selek davaları gibi birçok davada yargının akıl dışı kararlarına maruz kalıyoruz…

 

 

Evet, Sivas’ta zamanaşımını da anlayamadık, son dönemdeki terör kavramını da anlayamadık. Öğrencilerin iki sopasında bile bulunan örgüt Hrant Dink davasında niye bulunamıyor ya da bir sosyoloğun bilimsel çalışması katliam sanığına dönüştürülüyorsa terör kime yapılıyor aslında ben onu sormak isterim. Bunlar hukuk davaları değil siyasi davalar. Birileri oradaki kararlarla kendince mesajlar veriyorsa kimi kesimlere zaten sakatlık orada başlıyor. Hukuk dışındaki her şey mevcut çünkü… Terör diye tarif edilen şeyin bizatihi kendisinde. Ve bunlar yüzyıl önce de olmadı. Yeni oldu. O yanık kokusu, o kan üzerimize sıçrıyor. Ne kurtarıyor seni, o sırada Sivas’ta olmaman mı? Bütün bunlar olurken yaşadığın hayat da bir yere kadar normaldir. Bu kadar şey varken kendi huzurundan, sağlığından, iç mutluluklarından bahsedemezsin. Bir anda patlar o, kocaman bir yanılsama olarak…

 

 

 

 




Toplam oy: 1309

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.