Muhsin Kızılkaya: Ayının bildiği on üç kelime, on üçü de armut üzerine
İTEF - İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali'nin üçüncü yılında, Sabit Fikir her hafta festivalin katılımcısı olan bir edebiyatçıyla söyleşi yayımlayamaya devam ediyor. Bu haftaki söyleşimiz Muhsin Kızılkaya ile…
İTEF - İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali'nin bu yılki festival teması "Şehir ve Yemek." Yemeklerin şehirlere özgü çağrışımları var. Örneğin Adana deyince zihnimizde hemen kebap belirir. Edebiyatçıların da şehirler üzerinde çağrışımları var. Yaşar Kemal deyince akla yine "Adana" geliyor mesela. Tekirdağ denilince "tekirdağ köftesi" ve Namık Kemal... İstanbul'un sizde bu türden bir çağrışımı var mı?
İstanbul balık çağrıştırır bende, yanında ille de rakı olacak, Boğaz’da olması önemli değil, salaş bir meyhane tercihimdir. Yaygın bir İstanbul efsanesi sanmayın veya İstanbul’a konuk gelmiş saf bir Anadolu yiğidinin bir gecelik hayali olarak addetmeyin bunu… Gerçekten de balık sadece ama sadece İstanbul’da güzeldir. Başka hiçbir şehirde aynı tadı vermiyor bana, denize kıyısı olan hiçbir şehirde İstanbul’un “rakı şişesindeki balığının” kokusunu duymuyorum. Sanki ızgarada pişen bir balığın yaydığı koku anasonla karışmış, üzerine bolca Sait Faik, Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Pamuk serpiştirilmiş öylece sofraya getirilmiş gibidir bendeki ilk çağrışım… Yakup’tur, Refik’tir, son yıllarda Pera Balıkçısı’dır…
Beslenmek sadece ihtiyaç değil, bir zevktir de."Yemek bedenimizi, edebiyat ruhumuzu besler" diye kabul ediliyor. Sizin için dünyanın en besleyici şehri neresi?
Doğduğum şehir Hakkari malzemeyi verdi bana, bütün o malzemeyi İstanbul mutfağında pişirdim. Yarım asırlık hayatımın yirmi yılını doğduğum şehirde, yaklaşık otuz yılını da İstanbul’da geçirdim. Şimdiye kadar hep malzemeden yedim, yani hazır depolanmış olanından. O ambardan alıp her malzemenin yerine de okuduklarımla yenisi koydum, onun için zahirem hiç eksilmedi. Şimdi sorunuz üzerine düşünüyorum da, benim için en besleyici şehir hangisidir –Hakkari mi, İstanbul mu- doğrusu çok net bir cevabım yok. Hakkari’de kalsaydım, yazdığım hiçbir şeyi yazamazdım galiba, ama İstanbul’da bugüne kadar onu geçen kitap yazdıysam hep Hakkari’de yaşadıklarım sayesindedir. Ama yine de haksızlık etmeyeyim İstanbul’a… Galiba en bol kepçe şehir, ikinci şehrim, yani İstanbul’dur. Doğduğum değil, doyduğum şehir… İstanbul’a aç geldim, minnettarım; bu şehir çokça bonkör davrandı bana. İlk yazım bu şehirde bir edebiyat dergisinde yayınlandı, bütün kitaplarımı da bu şehirde yazdım. İhtiyaç duyduğum her besine kolayca ulaştım, kitaplarını okuyarak hayranlık beslediğim bütün yazarlarla bu şehirde karışlaştım, tanıştım, ahbap oldum. Bu şehir bana hayal edemeyeceğim kadar edebi dostluklar bağışladı, başım gözüm üstüne… Ama Hakkari hep bir zahire deposu olarak duruyor orada.
Edebiyatta da "Bir şeyin tadını almak için önce damak zevkine ihtiyaç vardır" diye bir deyiş var. Siz bunu nasıl yorumluyorsunuz? Edebiyatta damak zevki nasıl oluşur?
Kolay oluşmaz, biliyorum. Okudukça, okuduklarınızın daha lezzetlisinin olabileceğini, onlara ulaşmak için de bir yığın zahmete katlanmanız gerektiğini anladığınız anda, edebiyatta damak zevkine yavaş yavaş yaklaşırsınız. Okuma sebebinize bağlıdır bu biraz da. Öğrenmek, vakit öldürmek gibi belki birçok kişinin sebep saydığı başka bir sebebiniz varsa eğer, asıl o zaman sözünü ettiğiniz zevke doğru bir yolcucuk halindesiniz demek. Bir süre sonra kendinize sevdiklerinizden meydana gelmiş bir akraba yazarlar ailesini yaratırsınız. O ailenin bir ferdi olarak onların pişirdiklerinin peşine düşersiniz. Herkesin okudukları size yavan gelir, daha küçük aş evlerine yönelirsiniz. Az kişi için pişirilmiş yemek daha lezzetli olur; kalabalıklar için pişirilmiş, örneğin düğün yemekleri yavandır. O noktaya vardığınızı anladığınız anda, edebi bir damak zevkine de ulaşmışsınızdır artık.
Edebiyat ve yemek yapmak; her ikisi de birer sanat. Bu iki sanat arasında bir benzerlik ya da ilişki kurulabilir mi?
Yazarlık, yaratıcılıktır. Yemek yapmak da öyle… Kıt malzemeden lezzetli yemekler yapan iyi aşçılar gibi, herkesin her gün görüp yaşadıklarını, onların görüş açısının dışında bir gözle bakıp ondan lezzetli bir metin oluşturan iyi yazarlar da vardır. Yemek, farklı pişme özellikleri olan, bir araya geldiklerinde bir ahenk oluşturmama riski olan malzemeden doğru bir senteze ulaşma sanatıdır. Deneme yanılma yoluyla gelenek halini alır. İyi tat alma duygusu, iyi görme özelliğine sahip olmayanlar iyi yemek pişiremezler. İyi yemek pişirmek fazlasıyla risk almaktır aslında. Birbirinden çok farklı damak zevki olan insanlara aynı şeyi beğendirmek; bir yazarın yaptıklarından hiç farklı değildir. Yaşarlarsa sahip oldukları özelliklerin bize çok ters geleceği muhakkak olan kahramanları, bizim gibi insanlar haline getirmek, bir aşçının özellikleri birbirinden farklı olan malzemeyi bir araya getirerek bir tatlar senfonisi yaratma becerisinden hiç farklı değildir. Yemek de yazmak da müşterisi önceden kurgulanmamış işlerdir. Birine nasip olur pişirdiğiniz, yazdığınız… Nasiplenen memnun kalırsa, aşçı da yazar da çok mutlu olur.
Klasik kabul edilen romanlara baktığımızda "yemek" unsurunun sadece "açgözlülük" ya da "kıtlık" gibi kavramları betimlemede bir araç olarak kullanıldığını, bunun dışında üzerine pek gidilmediğini görüyoruz. Güncel hayatta da yediklerimizden bahsedeceksek önce "Ayıptır söylemesi," diye lafa başlıyoruz. "Yemek" söylemesi, anlatması ayıp bir mevzu mu?
Çok yiyeni, yani oburları çok kişi pek sevmez. Bunu kıtlık yıllarımızdan edindiğimiz bir şey olarak görüyorum. İnsanoğlunun karnı doyalı yüz yıl bile olmadı. Yiyeceklerin kıt, çeşidin az olduğu dönemlerde fazlasına tamah etmek, başkasının rızkından çalmak olarak addedilirdi. Başkasının rızkından nasiplenene de o yüzden iyi gözle bakılmazdı. Bu geleneksel olarak böyle ola geldi. Haliyle sanata, daha çok romana da böyle yansıdı.
Yemeğin çeşitlerini yoksullar icat etmiş, zenginlerse ona tat katmış. Yoksul bulabildiği her şeyden yemek türetir. Onca otun bugün bizim için yenebilir olması, onca canın telef olmasıyla mümkün olmuştur. Otların içinde zehirli olanların ayıklanması bu ölümlere borçluyuz.
O klasik romanların yazıldığı dönem, insanların ölmemek için yiyecek peşine düştükleri dönemdir. Yemek yemenin tek bir amacı vardır; karın doyurmak! Sözünü ettiğiniz onca atasözü, mesel o zamanlardan kalmadır.
Günümüzün doymuş insanı, artık karın doyurmadan başka damak zevkinin de peşine düşmüştür. Şimdi artık yemek, damağın yanında göze ve ruha da hitap eden bir sanat halini aldı. Kuşkusuz sofrasına koyacak tek bir ekmek bulamayanları hiç aklımızdan çıkarmadan…
Sizin edebiyat mutfağınızdaki vazgeçilmez malzemeleriniz neler?
Anılarım, yaşadıklarım, sözlü kültürle toplumsal hafızasını korumak zorunda kalmış bütün diğer halkların olduğu gibi Kürtlerin zengin sözlü kültürü… Dengbêj geleneği… Yüz yıldan beri başımıza musallat olmuş olan Kürt meselesinin çeşitli veçheleri… Bir Kürtçe atasözüyle özetlersem eğer, “Hirç sêzdeh peyiva dizane, her sêzdeh jî li ser hirmiyê ne” (Ayının bildiği on üç kelime, on üçü de armut üzerine.) Bir de kitaplar tabi… Tek sermayem saydığım bir odası dolusu kitap… Bütün o muhteşem kitapları yazmış olan büyük yaratıcılara, geceleri bana dostluk elini uzatan o büyük üstatlara çok şey borçluyum. Borges’in bir sözüne atıf yapmanın tam zamanı: ”Zaten gerçek hayatta olup bitenlerin farkına hep kitaplarda okuduktan sonra varmışımdır."
Son zamanlarda yemek kitaplarının basımında artış var. Paralel olarak rağbet de önceki yıllardan fazla. Bu konuda özellikle takip edilen yazarlar var. Siz bu artışı neye bağlıyorsunuz? Damak zevki mi gelişiyor? Sizin de takip ettiğiniz yemek kitabı yazarları var mı?
Herhangi bir kitapta geçen yemek bahsi, nasıl olursa olsun beni heyecanlandırır. Birkaç ay önce yayınlanan ve içinde çokça “yemek bahsi” geçen “Açlığın Sofrasında” (İletişim Yayınları) adlı kitabımda, başımıza gelmiş onca felaketin, savaşın, tatsızlığın müsebbibinin yemek olduğunu iddia ediyorum. Aslında bütün hikaye yemekle başlar… İnsanlar, birbirilerine “seni seviyorum” demeden önce artık yemeğe davet ediyorlar. Yemek, hayatımızın esas kahramanı halini aldı. O bizi yönlendiriyor. İnsanoğlu aç kalmamak için çok zalimleşebiliyor, kazandıkça da bulduklarıyla yetinmiyor; yemek uğruna giriştiği onca zahmet sonucunda an geliyor, elde ettiklerini yiyemiyor, şişmanlıyor; o vakit de diyete başlıyor. İnsan 74 gün açlığa dayanabilir ama 74 saat durmadan yerse oracıkta ölür. Aslında yemekle ilgili bildiğimiz bir sürü şey, bildiğimizden farklı şeylerdir. O yüzden kitaplarda geçen yemek bahsi benim için çok önemlidir, her yemek kitabından yeni bir şey öğreniyorum. Ama sürekli takip ettiğim “yemek kitabı yazarlarım” yoktur benim. Sadece bir televizyon kanalında yayınlanan Vedat Milor’un programını kaçırmamaya çalışıyorum.
Bir kitap okuduktan sonra hayatımız değişebilir belki. Peki aynı etkiyi bir yemek yapabilir mi?
Tattığımız her yeni yemek, okuduğumuz yeni bir yazar gibi, bir keşiftir. Her keşif yeni haritalar açar insanın önüne. Merak duygusunu körükler, yeni yeni tatlara ulaşma dürtüsünü verir. Hayatımı değiştiren birkaç kitap sayabilirim; ama aynı şekilde hayatımı değiştiren birkaç yemekten de bahsedebilirim. Proust’un çaya bandığı “kurabiyesi” varsa benim de mesela köyden gelip şehrin lokantasında ilk defa tattığım “dönerim” vardır. Güzel bir yemek, güzel bir kitaba benzer. Salenger’ir deyimiyle, “keşke yazarı arkadaşım olsa da her gün telefon edip muhabbet etsem” dediğimiz güzel kitaplar gibi güzel yemekler de her gün olsa da yesem dediğimiz yemeklerdir. Onun için güzel bir yemek, güzel bir kitabın yaptığını yapabilir. Hatta güzel bir yemek hayatınızı değiştirebilir; o yemek esnasında yemeğe davet ettiğinize evlilik teklif edebilir ve o evliliğe o yemek sebep olabilir. (İlerde boşanırsanız, bunda yemeğin hiçbir kabahati yoktur, bunu da unutmayalım, yemeklere haksızlık yapmayalım.)
Yeni yorum gönder