Yazarlar
Can Semercioğlu
1992, İstanbul doğumlu. Bugüne kadar yurt içi ve yurt dışında çok sayıda dergi, gazete ve internet mecrasında yazdı. Bir dönem BirGün gazetesinde dış haber editörlüğü yaptı. Editörlük ve çevirmenlik dışında akademik çalışmaları da bulunuyor. Şu anda Mesele dergisinin çıkmasına editöryal olarak katkıda bulunuyor. Toplumsol internet sitesinde yazıyor.
Tüm Yazıları
Türkiye’nin söz konusu medya olduğunda ne durumda olduğu herkesin malumu. En çok tutuklu gazeteci Türkiye’de. Sürekli görüyoruz, özellikle Gezi direnişi esnasında yapılan eylemlerde polisin saldırısından nasibini alanlar yine gazeteciler oldu. Eylemlerde gazetecilerin hedef alındığı ve tehdit edildiği videoları henüz unutmuş değiliz. Birçoğu susturulmaya çalışıldı.
TRT’de Yedi Güzel Adam adında bir dizi başladı. Dizi Cahit Zarifoğlu, Akif İnan, Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören, Ali Kutlay, Nuri Pakdil ve Alaeddin Özdenören’in hayatlarını konu alıyor; 1970’lerde geçiyor ve sık sık söz konusu şairlerin Maraş Lisesi’ndeki çocukluklarına geri dönüşler yapılıyor.
Batı’da romancılık dünyasında “özkurgu” sesleri yankılanıyor. Özkurgu ilk olarak 1970’lerde Fransız yazar Serge Doubrovsky’nin kendi romanı Fils’i tanımlamak için kullandığı bir terim.
Norveçli yazar Karl Ove Knausgaard’ın Kavgam serisi, Norveç’te yayımlandığında kısa sürede yüksek bir satış rakamına ulaşırken, İngilizceye tercüme edildikten sonra uluslararası çok satanlar listesindeki yerini hemen aldı. Ancak “çok satanlar” ibaresinin yarattığı pürüzlü hissiyat Kavgam için geçerli değil.
Marcel Proust’un şaheser romanı Kayıp Zamanın İzinde’sini okuyanlar onun yalnızca kendi yaşamını anlatmadığını, aynı zamanda kültür ve sanata da ne kadar düşkün olduğunu fark etmiştir. Ancak Proust, bu ilgisini sarih bir şekilde aktarmaz. Düşkünlüğün okur tarafından keşfedilmesini ister. Hiçbir zaman açıktan söylemez ama ona göre şeytan ayrıntıda ve yorumda gizlidir.
Elena Ferrante’nin "Napoli Romanları" üstbaşlığıyla yayınlanan dört ciltlik serisinin ilk kitabı Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım Türkçeye tercüme edileli henüz birkaç ay oldu. Ferrante yurt dışında epey ilgi gördü ve kitapları hızla, başta İngilizce olmak üzere, başka dillere çevrildi. Serinin ilk kitabının Türkçeye çevrilmesi içinse dört yıl geçmesi gerekti.
Bugüne kadar roman yazan felsefecilere bir şekilde rastladık. Bilhassa 20. yüzyıldaki varoluşçuluk dalgası felsefi kurguyu ön plana çıkardı.
Günümüzde Türkiye toplumunun yaşadığı kriz ve sıkıntıları dile getirmeyi, bunlarla başa çıkmayı, hatta karşı koymayı başaramıyoruz. Yeri geliyor, bu karşı koyma çabasının hakkını veremediğimiz zamanlar da oluyor. Süreyyya Evren bu çabanın üzerine son zamanlarda yoğun biçimde eğilmiş durumda.
Ben Lerner’ı Türkiye’de ilk romanı Atocha’dan Ayrılış’la tanıyoruz. Yazarın kendisini merkeze koyarak ele aldığı bu romanda bir başkası olma, diğerlerine karşı farklı görünme kaygısı üzerinden genç bir sanatçının hayatı anlatılır. Jonathan Franzen ve Paul Auster’ın övgüler yağdırdığı bu kitap kısa sürede popülerleşti ve “2011’in en iyi romanı” sıfatını hak etti.
Yaşa ve yüksek deneyime dayalı ana akım romanların sonu yaklaşıyor. Son birkaç yılda dünyada çok sayıda genç yazar ön plana çıkmaya başladı. Her biri farklı konuları ele alıyor ve alışılmışın dışında bir dil ve anlatıma sahip. Ancak sanıldığının aksine burada radikal bireyci bir duruş ve sırf mevcut dil düzenini yıkmak adına yapılan bazı numaralar yok.