Geçtiğimiz günlerde Türkiye edebiyatının önde gelen isimlerinin yazdığı mektuplar edebiyat dünyasına damga vurdu. Bunlar, aralarında Peyami Safa, Yahya Kemal, Orhan Seyfi Orhon, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Necip Fazıl Kısakürek, İbrahim Çallı, Cemal Kutay, Mesut Cemil Bey ve Yusuf Ziya Ortaç gibi sanatçıların 1950-1960 yılları arasında başbakanlık yapmış Adnan Menderes'e yazdığı mektuplardı.
Tartışma yaratan ise, içerikleri oldu. Sanatçılar, Menderes'ten açık açık maddi yardım istiyorlardı: "Müşkül durumdayım." diyen Peyami Safa, "Her şeyi uğrunuza risk ettim." diyen Necip Fazıl, “uğruna hizmetlerini sunduğunu” söyleyen Orhan Seyfi Orhon... Menderes'in kapısını çalan bu yazarlar, Başbakan'ın yargılandığı Yassıada Duruşmaları'nda da sözü geçen örtülü ödenekten destek alıyorlardı. Kafa kurcalayan nokta, devlete “yardım” adı altında sanatta söz sahibi olma hakkı verilmesiydi; sanatçılar “lütfedilen 10 bin lira” karşılığı “kalemlerini hizmete sunuyorlardı.” Tartışmalar, devlet-sanatçı arasında maddi destek ilişkisinin olup olmaması gerektiği üzerinde yoğunlaştı. Kimileri “yalvaran, yakaran” sanatçıyı kabullenemedi, kimi devletin desteğinin muhalif seslere gitmediğine takıldı. Aslında, maziden gelen bu mektuplar pek “mazi” değildi, devlet ve edebiyat arasındaki sıkı ilişki hala kafalarda soru uyandırabiliyordu.
Biz de işin uzmanlarına sorduk: Devletin edebiyata ve edebiyatçıya karşı sorumluluğu nedir? Devlete, sanata ve sanatçıya maddi destekte bulunmalı mıdır? İşte cevaplar.
Cemal Şakar (Yazar)
Sanatçının kendi sözünü söyleyebilmesi için, başta devlet olmak üzere resmi ya da özel tüm kurumlarla arasında bir mesafe hatta uçurum olması elbette ideal olanı. Hani bir de “sanatçı muhaliftir” aforizmasını da düşünürseniz, bu mesafe zorunluluk gibi.
Keşke böyle olsa! Olabilse! Ama olmuyor, belki de olamıyor.
Bir yanda devletin kendi eliyle kurduğu, yaşatmaya çalıştığı sanatlar var; ülkesine layık yurttaşlar yetiştirmenin ve kendi meşruiyetini güçlendirmenin önemli araçlardan biri çünkü sanat. Operayı, baleyi, tiyatroyu, senfoni orkestralarını düşünün; seçkincilik yaratmanın en garanti ve en kestirme yollarından biri değil mi bu sanatlar? Bir de devlet sanatçılığı payesi var ki, tam bir ‘kapıkulu sanatçı’lığı. Diğer yanda da ‘müşterisiz meta zayi’dir ilkesi mucibince devletten nemalanmayı bekleyenler; heykel, sinema, özel tiyatro mesela; hatta bakanlığın alım listelerine, ‘şişkince’ bir kitap adediyle girme derdindeki yayınevleri ve dergiler.
Devlet, sanatçının muhalifliği üzerinde hep kadim bir gölge olarak varolageldi. Ancak burada tuhaf bir organik ilişki de var; sanatçı, muhalefetini devlete yönelterek konumunu güçlendirirken, devlet de bu muhalefeti besleyerek içteki ve dıştaki düşmanlara karşı kendini tahkim ediyor.
Devlet bu işlerden tamamen elini eteğini çeksin, sanatçı ‘özgürce’ muhalefetini sürdürsün demek fazlaca liberal; devlet, müşterisi olmayan metayı sübvanse etsin demek de fazlaca vesayetçi.
Dosyanızın konusu olan mektuplara bakınca insanın yüreği dayanmıyor: “Müşkül durumdayım”; “Sürünüyorum”. Bugün de benzer bir noktaya sürüklenmiş kimi sanatçılar sık sık haberlere konu olmuyor mu? Devlet ‘müşfik elini’ onlara uzatmayınca ağır eleştirilere maruz kalmıyor mu?
İyi ki devlet var demek faşizm; devlet olmasın demek anarşizm; sanat da bu gerilimden doğmuyor mu!
Onur Bilge Kula (Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürü)
Ben kişisel olarak kamunun sanatı ve sanatçıyı kurumsal yapılar ve düzenlemeler yaparak, desteklemesinin yararlı olduğunu düşünüyorum. Kurumsal düzenleme, ya yasayla veya yönetmelikle olur; her kese açık olur. Başvurular nesnel ölçütlere göre değerlendirilir. Dolayısıyla, hem sanatsal/düşünsel üretim özendirilir, hem de sanatçılar/yazarlar kişisel olarak töhmet altına veya bağımlılık ilişkisine girmez. Sanat, dolayısıyla da edebiyat, özgürlük ortamında gelişebilir. Bu yüzden, sanatçının/yazarın yaratım özgürlüğünü daraltan her türlü uygulamadan kaçınmak gerekir. Bu noktada hem tek tek sanatçılar, hem de yönetim gücünü ve erkini elinde bulunduran siyasilerin duyralı olması gerekir. Sanatı/edebiyatın topluma yaptığı canlandırıcı katkı, sanatçının/edebiyatçının vicdanen ve bilinç olarak özgür olmasıyla olanaklı olabilir. Bağlanma, hatta bağımlılık yaratabilecek, tekil ödemeler onaylanamaz.
Bülent Usta (Yazar, Editör)
Necip Fazıl Kısakürek, Peyami Safa gibi edebiyatımızın önemli yazarlarının Adnan Menderes’e yazdıkları mektuplar ortaya çıkmadan da, pek çok edebiyatçının ve sanatçının devletle kurdukları karşılıklı çıkar ilişkisini biliyorduk aslında. Kendi adıma, Necip Fazıl’ın Başbakan’a yalvaran, hatta neredeyse intihar tehdidiyle para sızdırmaya çalışmasından utandım. Bu kadar da olur mu dedirten ifadelerle dolu mektuplar saçıldı ortalığa. Ama Osmanlı’dan günümüze edebiyatçılar ile iktidar arasında, her zaman karşılıklı menfaate dayalı yakın ilişkiler kurulduğunu biliyoruz. Bugün de bazı edebiyat dergileri, iktidar ya da iktidara yakın sermaye tarafından desteklendiği için varlığını sürdürüyor. Ya da iktidara yakın olan edebiyatçılar, rahatlıkla televizyonlarda program yapmak ya da gazetelerde yazmak gibi çeşitli iktidar olanaklarıyla para ve güce kavuşurken, muhalif edebiyatçıların sansürlerle, davalarla, işsizlikle terbiye edilmeye çalışıldığını görüyoruz. Bu durum, iktidar yanlısı edebiyatçıların yüreğini burkuyor ya da edebiyatın varlığı için endişelenmelerine yol açıyor mu? Endişelenmezler, çünkü onların derdi edebiyat değil, güç…
Ama bu karşılıklı menfaat, edebiyatçının ve iktidarın lehine sonuçlansa da, edebiyatın ve sanatın lehine sonuçlanmaz genellikle. Çünkü devlet, yazar değil de kendi ideolojisine uygun yazmanlar yaratmak ister. Barthes’ın tabiriyle yazmanın yazardan en büyük farkı, edebiyatı para, ün, güç vb şeyleri elde etmek için araçsallaştırması. Yazarsa, edebiyatın bir emekçisi olarak görür kendisini, bir tür adanmış yürek… Menderes’e yazılan o mektuplarda görüyoruz ki, o yüksek edebi şahsiyetlerin kullandıkları dil, bir edebi memur dili, Necip Fazıl hariç. Necip Fazıl, kendisini Menderes’ten küçük görmüyor, memur diliyle değil de daha çok bir tüccar diliyle sesleniyor Menderes’e. Mektuplarının birisinde “Şahsım, kalbim ve kalemim her türlü teminatın üzerindedir” sözü, esnaf sözünü çağrıştırıyor. Ama başka mektuplarında da, hastalığını filan bahane ederek yalvardığına, duygu sömürüsü yaparak para sızdırmaya çalıştığına da tanık oluyoruz. Yani kendisi için bir hak olarak görüyor o parayı, çünkü o iktidarda fikri bir payı olduğundan çok emin. Menderes de zaten bu durumun farkında ve onun kaleminden isitifade etmek için kesenin ağzını açıyor rahatlıkla. Şimdi belki örtülü ödeneklerden edebiyatçılara para dağıtılmıyordur, ama çeşitli ödüller vesilesiyle paralar, seyahatler, ele geçirilen medyalarda konumlar, şirketlerde koltuklar ya da devletin içinde danışmanlıklarla gönüllerin hoş edildiği malum. Kimse bu durumu eleştirmiyor da… Gemisini yürüten kaptan olarak saygı da görüyorlar çeşitli çevrelerden. Doğal bir durum muamelesi görüyor iktidardan nemalanmak…
Günümüzde sadece devlet değil, piyasalaşma süreci de büyük bir yazmanlar ordusu ve endüstrisi yaratmış durumda. Kariyerizmin edebiyata ve sanata bu denli sirayet etmesi, aslında edebiyatın tüketim nesnesi hâline gelerek toplum hayatındaki önemini yitirmesiyle sonuçlandı, sonuçlanıyor. Bu da iktidarların oyuncağı olmaya razı, hatta heveslisi edebiyatçıları ve sanatçıları doğuruyor ister istemez. Edebiyatçıların kendilerini, yani edebiyatı savunmalarından ve bunu bilakis edebiyat ve sanat aracılığıyla yapmaktan başka bir çareleri yok. Çünkü vasatlığın ve tekdüzeliğin tüm iktidarları ele geçirdiği günleri yaşıyoruz.
Devletin edebiyata ve edebiyatçıya karşı bir sorumluluğu var mı? Kesinlikle bir sorumluluktan bahsedilemez çünkü devlet, edebiyattan büyük veya güçlü bir şey değil. Çağlar boyunca bu topraklardan da pek çok devlet gelip geçti ama edebiyat hep varlığını sürdürdü. Ne devletin, ne de edebiyatın birbirine karşı bir sorumluluğu olamaz, olmamalı. Ama devletin, yasalarla kendisine bağladığı yurttaşlarından aldığı vergileri, yine onların yararına kullanmakla yükümlü bence. Bu da, halkın sanat ürünlerine ulaşması için kolaylıklar sağlamasını ve sanatı geliştirecek akademik ve kültürel çalışmalara müdahale etmeksizin maddi destek sağlamasını gerektiriyor. Yani devlet, kendi cebinden para harcamıyor sanata, halktan topladığı vergilerden sanata ve kültüre yatırım yapıyor. Ama devlet, o parayı kendi parası gibi görüp, yapması gereken yatırımı, iktidar yanlısı olanlara yapıp, muhalif olanları yok saymayı tercih etti genellikle. Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar” adlı klasikleşmiş bir romanını bile okullarda yasaklayacak kadar, edebiyata ve sanata müdahale etme hakkını kendisinde görmesi de, akıldışı bir noktaya vardığımızı gösteriyor. Akıldışılık ve fanatizm, her zaman entelektüel düşmanlığıyla beraber gelişir. Ya da az kitap okunuyor şikayetlerine rağmen, mesela kitaplardan alınan vergi oranı en yüksek ülkelerden birisinde yaşıyor olmamız tesadüf olabilir mi? Devletin sorumluluğundan bahsedecek olursak, sadece sansür, yasak, hapis, vergi, bürokratik engeller koymaması bile, edebiyat için yeterli olacak. Bırakın edebiyatı güçlendirecek olanakları yaratmayı, engeller ve baskılar sunmamasını diler hâle geldik bugün. Bu durum sadece şimdiki hükümetle de ilgili değil. Cumhuriyet tarihi boyunca, pek çok edebiyatçı, cezaevlerinde geçirdi en üretken yıllarını.
Kısacası, devletin ve edebiyatın birbirine karşı sorumluluğu yok ve hiçbir zaman olmadı. Ama devletin, yasalarla kendisine bağladığı yurttaşlarına karşı sorumluluğu var, kütüphane vb imkânları sunmak gibi… İkisi farklı şeyler…
Sema Kaygusuz (Yazar)
Para, her zaman çok açık bir mevzudur. Masada nasıl durduğuna, cebe nasıl girdiğine bağlı. Eğer iltimas olarak sunuluyorsa ucunda minnet vardır, o para sadakadır; bir kültür politikasının parçası ise sosyal bir hizmetin vasıtasıdır. Saydam, açık ve hakça oldukça devlet sanatı destekleyecek tabii. Zaten devletin sivilleşmesi sanatla kurduğu organik ilişkiye bağlı. Devlet dediğimiz aygıt saldırgan ve güvenlikçiyse silaha para ayırır, kültüre değer verirse sanata ödenek ayırır. Bildiğim kadarıyla Fransız hükümeti kitapçıların ayakta kalması için özel bir ödenek ayırıyor, İngiltere'de ise düne kadar yayınevleri devlet desteği alıyorlardı. Ne var ki şahıslara para vermek bir bakıma herkesi satılık yapar. O para, alanı da aşağılar, vereni de. Demek ki geçmişte para açıktan verilen bir şey imiş. Şimdi ise maaş olarak serpiliyor. Hiçbir yetkesi ve yeteneği olmadığı halde bazı kültür kurumlarına danışman, yönetici olan kişilerin aldığı maaşlar da bana göre hak edilmemiş kazançlardır. İstanbul 2010 projelerinde bazı bütçelerin nasıl şişirildiğini unutmayalım. Niyeyse birçoklarının tüyleri ürpermedi o haberleri okurken, şimdi Necip Fazıl'ın talepkârlığı mı mide bulandırıyor? Arkadaşlar, hiçbir şey değişmemiş işte. Bugünkü abeslik ta eskiden beri var. Tiksinince temiz kalmıyoruz yani. Bir de unutmadan,sanatçı ile şahsiyet bazen iki ayrı şeydir. Bazen biri biriyle yücelir, bazen biri birini aşağı çeker. Güzel kitaplara hiçbir şey olmaz...
Bırakın herkes istediğini yapsın. Kimin geçmişi tertemiz ki? Üstelik bizi ilgilendirmesi gereken onların zavallılıkları değil yazdıklarıdır. Fikirlerini alsak hayatlarını da onlara bıraksak olmaz mı?
Yeni yorum gönder