Şermin Yaşar son yılların en üretken ve en başarılı yazarlarından. Yediden yetmişe yazdığı kitaplar büyük okur kitlelerine ulaşıyor. Geçtiğimiz günlerde iki kitap birden yayınladı. Deli Tarla yetişkinler için kaleme aldığı öykü kitabı. Cebimdeki Mandalina Ağaçları ise çocuklar için yazdığı hikaye kitabı. Şermin Yaşar’la yeni kitaplarından yola çıkarak hayatı konuştuk. Özellikle de Deli Tarla’dan hareketle, “yeniden gülmeyi başarabilen insanların muamması”nın peşine düştük.
Şermin Hanım, Deli Tarla’nın ortaya çıkışı, içindeki öyküleri bir araya getirme maceranızla başlayalım isterim…
Bir yerde başlamıyor, bir yerde bitmiyor. Çay sohbetindeki bir cümle, annemin bir hatırası, aile büyüklerimizden dinlediğim bir hikâye, yemek yaparken beliren bir his, çocukların söylediği tek bir kelime, bazen sokakta yanından geçtiğim bir adam, bir tren yolculuğundaki karı kocanın birbiriyle olan sohbeti, bunlar bir anda bir öykünün bir cümlesine dönüşüyor. Evde küçük kağıtların uç uca eklendiği bir duvarım var. Bakınca kimsenin anlamayacağı bu ikişer üçer kelimelik kağıtlar ‘bak bunu yazabilirsin’ dediğim öykülerin anahtar kelimeleri. Yeni bir öyküye başlayacağım zaman gidip o duvara bakıyor, bir tanesini seçiyor, onun üzerinde çalışıyorum. Kağıtlar orada kalıyor. Bir kitaba öykü seçerken oraya gidip dalından meyve toplar gibi kağıtları topluyorum.
Kitabınızın tanıtımında, “gülmeyi başarabilen insanların muamması” tanımına bayıldım. Gülmeyi başarabilmek meşakkatlidir aslında. Gülmeyi başarsalar da insanlar muammalarını hep yanlarında, yahut içlerinde taşımaya devam ediyorlar… Ne dersiniz?
Aşık Veysel, “Meşakkatin adın murat koymuşlar, ne alanı gördüm ne murat gördüm” der. Aslında murada ulaşmak, gülebilmek Veysel’in işaret ettiği paradoksun yani muammanın resmidir. O muamma asla gülmeyi başarabilme garantisi vermez. Zaten güzel olan muammanın gölgesinde gülmeyi başarabilmek diye düşünüyorum.
Muammaları da incinmişliklerine tekabül ediyor elbette kahramanlarınızın. Neredeyse çoğu öykünüzde incinmiş insanları okuyoruz. Hayat neden bir şekilde bizi incitmeyi başarıyor sizce?
Öykü kahramanları gerçek hayattaki insanların gölgeleri. Hepimizde ne varsa, onlarda da o var. O meşhur söz: “Bence başına hiçbir aksilik gelmemiş kişilerden daha talihsizi yoktur.” İncinmişlik dediğimiz şey aynı zamanda insanın deneyimleri, başarıları, pişmanlıklarıyla ilgili. Böylece incinmemeyi daha önemlisi incitmemeyi öğrenecek bir olgunluğa ulaşıyoruz. İncindiğimizde takılı kalmak asıl sorun bence. Heybemizdeki duygu derinliği, empati, sempati incinmişliklerin yol arkadaşı. Dersimizi alıp öğreniyoruz.
Tamam coğrafyamız kaderimiz ama aynı zamanda kederlerimizi de içinde barındırıyor ve siz Deli Tarla’da bu kederleri öyle güzel anlatıyorsunuz ki…
Coğrafya kederin rengini belirleyebilir, kendisini değil. Aynı coğrafyada yaşayan insanların kederleri arasında müthiş bir ton farkı var. Biriyle tanışmıştım, aldığı ayakkabının ayağını sıkmış olmasını o kadar derin bir acıyla anlatıyor ki, ‘yaşadığım ‘hayal kırıklığı’nı asla tahmin edemezsiniz’ diyordu. Daha da ondan daha fazla hayal kırıklığı yaşamış kimseyle karşılaşmadım. Öyle ballandıra ballandıra anlatıyordu ki hayal kırıklığını, gerçekten çok üzücü herhalde diyorsunuz. Şimdi onun karşısına Adieu Hala öyküsündeki Münevver’i koyalım. Onun hayal kırıklığının tarifi yok ama anlatamıyor. Çoğumuz böyleyiz, var kederimiz ama anlatamıyoruz, dile gelmiyor, bu da geçer diyoruz, susuyoruz, kanıksıyoruz, olur o kadar diyoruz, ya da kederimiz olduğunu bile fark etmeyecek kadar zaten içine doğmuşuz. Hani odanın içindeyken kokuyu fark etmemek gibi. Öykülerin yaptığı bu. Kimsenin girmediği odaların penceresini aralayıp o kokudan biraz almak, insanların burnuna değdirmek. Bir ayakkabının sıkmasından daha büyük ve anlatılmaya değer hayal kırıklıkları var.
Deli Tarla’daki pek çok öykünüzde anlatıcınız, ana karakteriniz erkek. Şermin Yaşar olarak karşı cinsin dünyasını, zihnini, bakış açısını ve dilini yazabilmek nasıl bir deneyim?
Benim için insan var, kadın, erken, genç, yaşlı, çocuk ayrımı yok. Her insan dürülü defter gibi. Kat kat. Okuyucu açısından bakınca defterin katmanları önemli. Cinsiyet bazen öne çıkabiliyor öykülerde. Sosyal hayattaki yaşanmışlıkların sosyolojisi açısından bakmak lazım belki de. Erkek egemen bir toplumda biraz önce belirttiğim incinmişlikler, incitmeler, kederler bazen cinsiyetle bağlantılı olabiliyor. Olgunlaştıkça, insanlaştıkça cinsiyetlerin değil, kalbin ve vicdanın öne çıktığı görülebiliyor.
Yaşamakta olduğumuz pandemiyi, sizin yazarlığınızın üretkenlik aşaması için oldukça olumlu bir fırsat gibi görüyorum. Hem çocuk kitaplarınız hem de yetişkinler için öykü kitaplarınız peş peşe yayınlanıyor. Pandemi bir fırsat mıydı?
Salgın sadece yazarlar için değil, bilim insanları için de sinema dünyası için de, sanatın tüm şubeleri için de bir fırsat olarak görülse de benim açımdan salgın tüm canlıların çektiği acılar bakımından dikkate değer. Örneğin; kadınların ve çocukların çok zorlandığını biliyorum. Düşünsenize yüz yılda bir olan bir şey, sizin çocukluğunuza denk gelmiş. Yaşam sahnesinin her ayrıntısını yeniden kurgulamak ve düzenlemek gerçekten yorucu olabiliyor. Ben düzenli ve galiba biraz da çok çalışırım. Hep yazacaklarım, yapacaklarım, üzerinde çalıştığım birkaç farklı işim vardır. Bunu bozmamaya gayret ettim, akışın dışına çıkmadım.
Bu kadar kısa zaman aralıklarında kitap yayınlamak genelde yayıncılığımızın teamüllerine aykırıdır oysa?
3 yaşında okuyan bir çocuk görmüştüm. Aile, uzmanlar çok erken diyor diye, çocuğun yanından yöresinden kitapları kaldırmıştı. Oysa çocuk için doğru zaman gelmişti. Teamüllere bakıp, dönemsel normlara bakıp kitaplar arasında şu kadar süre bırakmak gerekir demek nehrin akışına dur demek gibi bence. İnsan hayatına sığmayacak kadar eseri kısacık ömürlerine sığdırmış ustalar bu normlara dikkat etseydi bugün kütüphanelerimiz bu kadar kalabalık olur muydu bilmiyorum. Yazmak benim için yürümek gibi, gülümsemek gibi doğal bir eylem. Kısa zaman aralığı dedikleri kısa ömrümüzde kısa olmayan bir zaman bence.
Oyuncu Anne’den Şermin Yaşar öykücülüğüne gelen süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu yolculuğu benim gibi pek çok okurunuz merak ediyordur diye düşünüyorum…
Bir anlamda kendi çocuklarımla büyürken onların ihtiyacı olanın tüm annelerin ve çocukların ihtiyacı olduğunu düşündüm. O dönemde kendimi ifade biçimim o dönemin önceliklerini taşıyordu. Bu da öykü yazmaktan daha az değerli bir şey değil. Lise yıllarımdan bu yana öykü yazıyorum, hala eski kitapların içinden, kıyafetlerin ceplerinden, defter aralarından çıkıyor. Sadece, insanların beni tanıdıkları alan, çocuklar ve oyun üzerindendi. Bizim evde bunun yoğunluğu azalınca, kitaplarda da azaldı. Öyle ‘peki artık öyküye geçeyim’ gibi bir durum yok. Şu anda da ilgi duyduğum, üzerinde çalıştığım, araştırdığım, öğrendiğim başka alanlar var. Niye bir gün onları da okurla tanıştırmayayım ki?
Yazdığınız öyküleri sonlandırmasanız ve bıraksanız roman olmaya adaylar. Katılır mısınız? Çocuk edebiyatında romana sarkan uzun öyküleriniz var evet, ama yetişkinler için bir roman ne zaman yazacaksınız? Tabii bilemiyorum, var mı böyle bir isteğiniz?
Öykü benim için çok özel bir alan, yazarken ne uzasın diye uğraşıyorum, ne kısa kalsın diye. Kendi zamanı var, başlaması gerektiği yerde başlıyor, bitmesi gerektiği yerde bitiyor. Onu uzatmaya uğraşmak, öykünün kendisine ihanet gibi geliyor. Roman okurun beklentisi, çok duyuyorum bunu. Ama işte bu öykü gibi nazik ve incecik bir edebi türe gereken özeni göstermediğimiz, gerekli itibarı vermediğimiz için. Belki bir gün roman da olur, ama şimdi öyküleri sevelim olmaz mı?
Deli Tarla’daki hikayelerin her biri neredeyse sinematografik unsurları da beraberinde taşıyor, var mı öykülerinizden dizi ya da filme dönüştürme fikriniz?
Ben yazarken film izler gibi yazıyorum. Yaşıyorum her şeyi. Kahramanın iç çekişini duyabiliyorum. Hırkasının önünü kavuşturmasını, yutkunuşunu, çayını tutuşunu, üşümüş parmaklarını görebiliyorum. Ama filme dönüşsün diye yazmıyorum elbette. Okuyucu öyküyü okurken zihninde benim hayal ettiğim tasviri canlandırıyorsa bundan mutlu olurum. Ama öykülerin dizi veya filme dönüşmesi tümüyle başka bir şey. Neden olmasın? Ya da niye olsun?
Özellikle pandemi başlarında yeni bir deneyim olan, sesli kitaba dahil oldunuz ve Oh Ne Âlâ Memleket kitabınız evlere kapanmış çocukların kurtarıcısı oldu. Sesli kitap deneyiminize de değinelim mi?
Sesli kitap aslında benim okuyucuma, çocuklara verdiğim bir sesti. Tümüyle evlere kapandığımızda yeni yollar açıp nefes olmak için bir sesti. İşte buradayız demek için sesli kitap yapmayı tercih ettim. Bu tercihim çocukların zor dönemde bir nebze olsun gülümsemelerini sağlamak içindi. Onlara tanıdık duyguları hissettirmek, bir armağan vermekti. Sevdiğin şeyler seni her yerde bulur, sen yeter ki iyi ol mesajı. Şimdi buradan bakınca iyi ki yapmışız diyorum. Olumlu geri dönüşleri oldu.
Yeni yorum gönder