Bu düzen bozulmasın da ne olsun?
Yazar Başar Başarır, Bülent Erkmen imzalı tasarımıyla da dikkat çeken yeni kitabı Düzenboz için İbrahim Yıldırım'a konuştu: "Nesnenin gerçek tadına varmak için, onu elinize alıp hissetmekten başka çareniz yok. Elle dokunmadan, gözle görmeden olmuyor."
Birazdan konsept kitap ya da Düzenboz’un konseptine değineceğim, ama önce şunu öğrenmek istiyorum: Benim elimde dalga desenli bir kapak var. Bu dalgalar hem denizi, hem de kum fırtınasını çağrıştırıyor. Dikey veya yatay olarak bakıldığında algılama değişiyor. Tasarımcı her iki şekilde de bakmamızı istediğinden kitabın adını dikey olarak yerleştirmiş olmalı. İyice yakından incelediğimde ise dalgamsı- fırtınamsı bütünlüğü oluşturanların küçük ilkel ya da omurgasız yaratıklara benzediğini de düşünmedim değil. Milliyet Sanat’ın ekim sayısındaki söyleşide kitabın okura gösterilen kapağı benim elimdekinden çok farklı: Kaç kapaklı bir kitap Düzenboz?
Ben en az 3 değişik halini gördüm. Ama sonuç olarak tasarımcı Bülent Erkmen, defalarca deneme baskıları yaptırdıktan sonra piyasa sürülen bu son dalgalı kapakta karar kıldı. Diğerleri prototip olarak kaldı. Nihai kapağın benim en çok hoşuma giden yanı, bu malzemeyi tarama metoduyla elektronik ortama aktaramıyorsunuz. Fotoğraflar ise ancak bir derece yansıtabiliyor gizli dokuyu. Nesnenin gerçek tadına varmak için, onu elinize alıp hissetmekten başka çareniz yok. Elle dokunmadan, gözle görmeden olmuyor. Evet, Düzenboz her şeyden önce edebiyat. Ama aynı zamanda bir tasarım. Her nüshası numaralanmış, sadece bin adet basılmış özel bir nesne. Bu benim çok arzuladığım, özel olarak talep ettiğim bir durumdu. Bülent Hoca’nın tasarımı içeriğin öyle bütünlüyor ki, eser yeni bir anlam kazanıyor.
Modern öykünün gelişmesi, dolaylı olarak matbaa ile ilişkilendirilse bile yaygın olarak okunması dergi denilen sayfaları başka başka yazılara ayrılmış yayın organı ile olmuş. Mecmua da dediğimiz bu yan ürün; kısalık, çarpıcılık, beklenmeyen son gibi özellikleri öne çıkaran kuramların üretilmesine neden olmuştur. Bence bu belirlemeler bugün de geçerlidir. Ve roman hâlâ kitaptır, öykü ise sayfadır. Dergilerde yayınlanıp sonra bir araya getirilen öyküler toplamına tabii ki öykü kitabı deniyor; ancak Düzenboz bu tür bir kitap değil. Üstelik kapağında tür belirlemesi yok. Büyük olasılıkla Düzenboz öykü kitabı olarak değerlendirilecek ve anılacaktır; peki Düzenboz nasıl bir öykü kitabı?
Öykü kitabındaki arızayı tespit ve bir ölçüde tamir etmeye gayret eden bir öykü kitabı. Sorunuzdaki saptamalara tamamen katılıyorum. Öyküler genellikle farklı zaman ve mekânlarda, birbirinden ilişkisiz bağlamlarda yazılıyor. Sonra yeterince birikince aynı kazana atılıp şöyle bir kaynatılıyor, bu da oluyor size öykü kitabı. Ancak iş okunma aşamasında çetrefilleşiyor. Okur kısa aralıklarla bir dünyadan çıkıp bir başka dünyaya geçmeye zorlanıyor. Bu da aslında öyle kolay bir iş değildir. Bir kitapta birbirini takip eden metinlerde öykü sesleri, özneler, atmosfer birbirine karışıyor ya da tamamen ayrışıyorsa, bu durum okuma deneyimini doğrudan etkileyecektir. Benim tavsiyem kitapların öykü öykü okunması, araya fasılaların sokulması yönünde. Düzenboz’daki boş sayfaların bir işlevi de –sanırım- budur. O sayfalar okura diyor ki: Tamam mı? Bitti mi? Yenisine hazır mısın? Tıpkı bir yemek masasında tabaklar arasında, damakta biriken lezzetleri birbirinden ayırmak için servis edilen şekersiz şerbet gibi (hani şu Frenklerin sorbet dedikleri): Ey okuyucu, yeni bir lezzet taam etmeye hazır mısın?
Sanırım okur, romancıdan roman, şairden şiir, öykücüden öykü kitabı bekliyor. Düzenboz’a da öykü kitabı diyecekler tabii ki. Ben, romancı belirlemesinden memnum olmama karşın, biraz da sıkıldım, bazen kendimi yalnızca kitap yazarı olarak tanımlamak istiyorum, ama olmuyor işte: Romancı İbrahim Yıldırım; öykücü Başar Başarır! Ne dersin?
Benim için yazmak bir cazibeye kapılmaktır. Bu hesapça yazarken, yazıyla uğraşırken meczuplaşıyorum. Ama aynı anda yaratmanın verdiği hazla yükseliyor, kendimce bir şey oluyor, iyi bir şey yapıyorum. Ortaya çıkan esere ne isim verildiği, hatta bana ne dendiği pek umurumda olmuyor. Hayatımı sadece yazarak kazan(a)madığım için de “yazar” payesini şahsen kendimden uzak görüyorum. İlk kitabım yirmi sene önce yayınlanmış. Düzenboz altıncısı, ama hâlâ kendime 'yazar' diyemem. Öte yandan 'Öykücü Başar Başarır'a bir itirazım da yok. Yeter ki 'genç öykücü' denmesin.
Düzenin bozulması şematik göstergelerden ibaret değil
Düzenboz’daki öyküleri kitap bütünlüğüne ulaştıran önemli unsurlardan birinin her öykünün bir dona kalma ya da taşlaşma haliyle bitmesi olduğunu düşünüyorum. Örneğin Boğazlı Kazak’ta motorlu araçlar çalışmıyor, Çikolata’da ekranlar kararıyor, bilgisayarlar işlemiyor… Düzenin böyle bozulmasını her okur tabii ki kendi meşrebine göre yorumlayacaktır. Ben ise; iptidai olana, ilkelliğe dönüşü ve sonrasında yaşanacak kargaşayı aklıma getiriyor ve arka kapakta bu dönüşüm ya da bozum için yapılan “Fena mı olur,” vurgusunu biraz açsak diyorum…
Hep düşündüğüm bir şeydir. Hollywood da sıklıkla işliyor şu aralar, bir felaket senaryosu. Elektrik yok. İnternet yok. İletişim, ulaşım yok. Nasıl olur? Kimler hayatta kalır? Biz şehirliler dökülürüz herhalde. Kırdakiler, binlerce yıllık deneyimleriyle, bilgileriyle zorlanmadan yaşarlar. Benim içimden hep şu geçiyor: Fena mı olur, oturup bol bol kitap okuruz herhalde.
Düzenin bozulması böyle şematik göstergelerden ibaret değil elbet. Hatta bunlar, sizin de gayet isabetli bir tespitle söylediğiniz gibi, film karesinin donduğu o sembolik anlar. Esas düzen bozulması bundan önce olandır. Kapı girişinde oturan güvenlik görevlilerini sadece müdürlere, amirlere selam vermek için ayağa kalkmadığı, kimsenin kimseden bir merhabayı, bir güler yüzü esirgemediği anlarda başlıyor asıl bozulma. Gerisi tam bir hikâye!
Yolculuğa Boğazlı Kazak’la başlayalım: Sinemaya yapılan göndermeler bende bazı anımsamalara sebep oldu. Betty Blue’daki Beatrice Dalle; Sadri Alışık’ın Ah Güzel İstanbul’u, Menekşe Gözler’i ve diğer filmler… Düzenboz’daki öykülerde bilinçakışının bu önemli aracı etkin ve çarpıcı biçimde kullanılıyor ve tabii ki öykü kişisinin zihinsel edimi, yani aktüel etkinliği psikolojik çağrışım kurallarına göre yer yer erteleniyor, yazar da bu akışa pek müdahale etmiyor. Ancak Gören Gözler’de bu eğilim ikinci çoğul kişi anlatımıyla geriye çekilmiş. Gören Gözler, bence bir öfke öyküsü ve yazar orada söz olarak da var. Bu anlamlı müdahaleyi, serbest çağrışımı ve cinayet düşüncesini açıklamak mümkün mü?
Boğazlı Kazak öyküsü geçmişten gelen büyük bir yükün ortaya döküldüğü, kocaman bir hatıra/çağrışım çuvalının okurun üzerine boca edildiği bir metindir. Bir çeşit meydan dayağı da diyebiliriz buna. Yazar, eline geçen her türlü nesneyle, imgeyle çullanıyor okurun zihnine. İtalyan sineması, Fransız edebiyatı, ardımda buruk acı, bir resim kalmış bende, Arnavutköy Kız Koleji… Hepsi dört kol çengi dans ediyor aynı gecenin içinde. Muhayyel katil karakteri ise biraz zayıf, hatta silik. Ama zaten gerçek (olması gereken manasında) pozisyonu da bu. Çünkü onda bir cinayet işleyecek yürek var mı, yok mu henüz belli değil. Bir türlü de belli olmuyor. Lafa gelince bol keseden atabiliyor. Neredeyse akademi öğrencisi genç bir ressam adayına “Google’ı bırak, bana sor,” diyecek haspa. Kaçan balık büyük olmuş. Eski eşinden geriye o boğazlı kazak görüntüsü kalmış, yadigâr. Bu arada Boğaza bakan bir balkonda oturuyor. Halinden hem memnun, hem perişan. En kötü kombinasyon.
Gören Gözler ise çok daha net, belirgin bir cinayeti anlatıyor. Yaşanmış bir cinayeti. 19 Ocak 2007 Cuma günü saat 15.00 sularında, İstanbul, Şişli’deki Halaskargazi Caddesi’nde işlenmiş bir gazeteci cinayetini.
Bu açıdan iki metin çok farklı yerlerde duruyor. İlkini yazarken içimde büyük bir eğlence, bir çeşit makara yapma, içten bir kıkırdayış vardı. Bilmiyorum ki normal midir, insanın kendi yazdıklarını okuyup gülmesi, hatta okutacak birini arayıp bulup, onun yanına oturup birlikte okuyarak yeniden gülmesi? Diğerinde ise o hiç unutamadığım günü yeniden yaşadım. Televizyon başındaki halimi, çaresizliğimi. Yanımda ecnebi bir misafir vardı ve ben durumu ona anlatacak kelimeleri bulamıyordum. Bırakın yabancı bir dili, kendi lisanımı konuşamaz olmuştum. Derin bir acı, dehşete kapılma. Hem üzüntü, hem de basbayağı korku. Aradan beş sene geçtiği halde, adalet duygusu hâlâ ilk günkü gibi ve ilk günkü kadar zedelenmişken, evet, aynen kullandığınız kelimedir hissettiğim, öfke! Bu düzen bozulmasın da ne olsun?
(Görsel milliyetsanat.com'dan alınmıştır.)
Yeni yorum gönder