Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap


Jean-Paul Didierlaurent ile söyleşi: “Okunmayan kitap, ölü kitaptır. Bu yüzden ortadan kalkması mı gerekir?”


Okumayan insanlar görmektense elektronik okuyucudan e-kitap okuyan insanlar görmeyi tercih ederim.

Jean-Paul Didierlaurent ile söyleşi:


“Okunmayan kitap, ölü kitaptır. Bu yüzden ortadan kalkması mı gerekir?”

6.27 Treni, bu yıl içinde ağustos ayında yayımlandı Türkçede. Fransız yazar Jean-Paul Didierlaurent, bu romanında bizleri Guylain Vignolles ile tanıştırmıştı. “36 yaşındaki Guylain Vignolles, kağıt geri dönüşüm fabrikasındaki işinden nefret eden yalnız ve mutsuz bir adamdır. Hayatı, sıkça sohbet ettiği küçük kırmızı balığıyla birlikte yaşadığı ev ile çalıştığı fabrika arasında geçer. Görevi, kitapları paramparça eden korkunç makine Zerstor 500’ü kullanmaktır.” Biz de, özellikle geri dönüşüm meselesini, Jean-Paul Didierlaurent ile biraz daha ayrıntılandırmak istedik.


Geri dönüşüm genellikle doğadan alınanı iade etmenin yapıcı bir yolu olarak görülür. Romanınızda da Guiseppe gibi bazı karakterleriniz bir açıdan onlardan alınanı geri almaya çalışırken Guylain gibi bazıları yok edici bir işte çalışıyorlar. Bir geri dönüşüm fabrikasında çalışan bir karakter yaratmaya ve geri dönüşümü yok edici bir sembol olarak kullanmaya nasıl karar verdiniz? Bu ortamda gördüğümüz yıkım ve yaratı/kurtarma olgularını yan yana yapılandırmak zor muydu?



Guylain’in çalıştığı yer bir geri dönüşüm fabrikası olmasına rağmen burada öncelikle imha işlemi yapılıyor. Bu seçim, karakterimi kendi var olduğu dünyadan çok daha başka bir dünyanın içine atma arzusundan doğdu. Guylain, her ne kadar işini ıstırap çekerek yapsa da ve kefaretini ödemek için sayfaları kurtarsa da, gönülsüz bir cellat. Trendeki okumaları sayesinde, bu devasa yıkımın içinden her sabah, her şeye rağmen az da olsa bir yaşam doğuyor. Yüksek sesle yaptığı yirmi dakikalık okuma, bir gölgeler dünyası olan fabrikanın dışında, ona az bir ışık taşıyor.


Romanınızı yazmadan önce nasıl bir araştırma yaptınız? Mesela bir geri dönüşüm fabrikasını ziyaret ettiniz mi?


Guylain’in çalıştığı yeri tasvir etmek için bir fabrikayı gezme ihtiyacı duymadım. Hayal gücü, yazarın ayrıcalığıdır. Ay’da geçen bir hikayeyi anlatmak için Ay’da yürümenize gerek yoktur. Hayal gücü size bütün özgürlükleri sunar. Zerstor 500 makinesini, hikayenin canavarı yapmak istedim. Onu canlı bir varlık, dehşet saçan bir leviathan olarak tarif ettim.


Romanınızdaki karakterler gündelik hayatımızda belki farkına varmayabileceğimiz ama yine de sıradan olmayan kişiler. Hepsinin değişik bakış açıları ve özellikleri var. Roman bu açıdan çok sevilen Amélie filmine benziyor. Bu karakteristik özelliklere ve bakış açılarına sizi çeken neydi?


En sıradan karakterde bile bir cevher bulunabilir, son derece aşikar olan bu sıradanlığın ortasında olağanüstü bir şey keşfedilebilir. Dış görünüşe aldanmamak gerektiğini, umumi tuvaletlerde mendil tutan bir kadının yazmaktan hoşlanabileceğini, bir fabrika bekçisinin tiyatroya tutkun olabileceğini göstermek benim için her zaman heyecan verici olmuştur.


Bana da sık sık Amélie Poulain’den bahsediyorlar ve bu benim çok hoşuma gidiyor. Filmde her karakter bir parça deli ve her karakter bir hikayenin ortaya çıkmasını sağlıyor. Birbiriyle temas eden ve üst üste binen bütün bu hayatlar sonuçta, Amélie’nin muhteşem karakterinde bir araya gelerek tek bir hayat oluyor. Guylain’in çevresindeki karakterler için de biraz böyle bir durum geçerli. Her biri, ayrı bir öykünün (kısa hikayenin) konusu olabilirdi, bunca yapboz paçası sonuçta genel bir görüntü oluşturur hale geldi.


Guylain işi gereği kitapları yok etmeden önce kurtarabildiği birtakım sayfaları kurtarıyor. Hangi kitapların hangi sayfalarının kurtarılacağına nasıl karar verdiniz? Bu sayfalarda anlatılanlar birbirlerinden kopuk olsalar da sizce aralarında herhangi bir ilişki var mı? Guylain’in kendi hikayesine nasıl bağlanıyorlar?

 
Guylain’in okuduğu metin parçaları birbirinden çok farklı. Yıllar boyunca yazdığım pek çok hikayeden pasajlar seçmenin daha basit ve daha ilginç olacağını düşündüm. Bu metinler arasında hiçbir bağlantı bulunmuyor. İçerikleri çok da önemli değil. Guylain için önemli olan, günahının kefaretini ödemek olarak algıladığı, yüksek sesle okuma eyleminin kendisi.


İstatistiklere göre geri dönüşüm Avrupa genelinde artık çok yaygın bir şey. Bu durumda Guylain sizce kitapların geri dönüşümüne bir “yok ediliş” olarak bakmakta haklı mı, yoksa geri dönüşüm okunmayan kitaplara yeniden hayat vermenin bir yolu mu?


Sonuçta geri dönüştürülen sadece materyal. Aynı şey, sonsuza dek yok olan metinler için geçerli değil. Zerstor’un yuttuğu kitaplar, kağıt hamuruna dönüşüyor, yeni kitaplar haline gelecek olan bakir bir hamura. Bu yeni kitaplar da sonunda kendilerini makinenin dişleri arasında bulabilir. İmhanın ve yeniden doğuşun bitimsizce devam ettiği bu döngüde son derece üzücü bir şey var. Yaşadığımız tüketim toplumunda okunmayan kitap, ölü kitaptır. Bu yüzden ortadan kalkması mı gerekir?

 

 
Sizce kitaplarının geri dönüştürlüp başka kitaplara çevrileceğini öğrenen bir yazar, romanınızda işlediğiniz o yok ediliş ve yeniden yaratılış hislerini yaşar mı? Mesela siz bir eserinizin sonunun bu olacağını bilseydiniz ne hissederdiniz?


Kendi kitaplarımın geri dönüştürülerek de olsa yok edildiğini öğrenme fikri tabii ki bende de hüzün uyandırır ama umutsuzluk hissinin en kötüsü bu yok etme eyleminden değil, kitaplarımın var olmaya devam etmesine yetecek kadar çok okurumun olmadığını fark etmekten kaynaklanır.


Guylain’in, Julie’nin günlüğünü “fiziksel” bir defterde değil de bir flaş diskte bulması ve bu günlüğü okuyarak ona âşık olması çok ilginç. Pek çok insan e-kitaplara hâlâ mesafeli duruyorlar. Ama matbu kitapların geri dönüştürülme “riskini” göz önünde tutarsak, sizce e-kitaplara temelli bir geçiş mi yapılmalı?


Flaş disk, Guylain için yeni bir dünyaya açılan kapının anahtarını da temsil ediyor. “E-kitaplara karşı olmak ya da bu kitapları desteklemek”; bu haliyle tartışma beni ilgilendirmiyor. Tartışma, e-kitap ile matbu kitap arasında bir savaş olmamalı. Kanımca, iki “tür” kitap da birbirini ortadan kaldırmak yerine birbirine destek olmalı. Mazrufun zarftan daha öncelikli olması gerekmez mi? Matbu kitaplarla ayrı bir bağım olsa da, okumayan insanlar görmektense elektronik okuyucudan e-kitap okuyan insanlar görmeyi tercih ederim. Matbu kitapta, elektronik okuyucunun hiçbir zaman veremeyeceği bir sıcaklık ve hissiyat var.


Romanınızda kitapları yok etmekten keyif alan bir karakteriniz de var. Böyle bir karakter yazmak nasıl bir deneyimdi; o zihniyete girm

ekte zorlandınız mı?

Bence, kendimden tamamen farklı olan bir karakterin zihin dünyasına girmek, bana benzeyen bir varlığı tasvir etmekten çok daha heyecan verici. Bu biraz da oyuncunun yaptığına benziyor. Üstelik, yazı, tüm fantezilere imkan tanıyor.


Guylain’in bir geri dönüşüm fabrikasında çalışıyor olması pek çok okuyucunun kitabınızı eko-edebiyat olarak değerlendirmesine yol açtı. Ama roman aynı zamanda karakter odaklı bir yolculuk. Romanınızı nasıl tanımlarsınız?


Modern bir masal; kanımca romanın en iyi tanımı budur. Tüm unsurlar bir aradadır: kendisinin farkında olmayan bir beyaz atlı prens, fayanslı zindanına hapsedilmiş bir prenses, dehşet saçan bir canavar. Şöyle de başlayabilecek bir roman: bir varmış, bir yokmuş...



Bu söyleşiye katkılarından dolayı Zeynep Şen, Burçak Karabağ, Ayça Sezen, Fazilet Onat ve Canan Sipahi’ye teşekkür ederiz.

 

 


 

 

Görsel: Akif Kaynar





Toplam oy: 771

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.