Ali Akif Sivrikaya ilk kitabı İncirli Zeybek’le, geleneğin kadim göğünde taze bir ışık bulutu inceliğinde süzülüyor. Mürekkebi Yörük kazanlarında kaynatılmış tatlı bir su. Her hikâyede şefkatli ve meraklı bakışıyla canlandırıp hatırlatıyor bize ait değerleri. Kitaptaki çocuk aslında hepimizin kalbinde taşıdığı, sesini çoğu zaman duymazdan gelsek de varlığıyla teselli bulduğumuz iç çocuğumuz.
-Kimsin?
-Anneannemin torunuyum.
Parmak uçlarında yükselip dolunayın kızıl örgülerine dokunuyor. Buğday başakları, çam iğneleri, lavanta dalları karışmış tutamlara. Bir salıncak kurabilir onlardan. Anneannesinin elini omzunda hissettiği sürece dünyanın öteki ucuna gidip tekrar yuvasına dönebilir. Kaç yaşına gelse, ne kadar uzağa gitse de ait olduğu yer belli. Kaybolmaktan korkmuyor çünkü varlığına güvendiği biri var. Dünyaya onun tuttuğu aynadan bakıyor. Gözlerindeki pırıltı anneannesinden ödünç. Yatağında kuluçkaya yatıp sadece bir dağa anlatmak isteyeceği sırlı rüyalar görüyor.
Her şeyi yenileyen taze rüzgâr
Ali Akif Sivrikaya ilk kitabı İncirli Zeybek’le, geleneğin kadim göğünde taze bir ışık bulutu inceliğinde süzülüyor. Mürekkebi Yörük kazanlarında kaynatılmış tatlı bir su. Her hikâyede şefkatli ve meraklı bakışıyla canlandırıp hatırlatıyor bize ait değerleri. Kitaptaki çocuk aslında hepimizin kalbinde taşıdığı, sesini çoğu zaman duymazdan gelsek de varlığıyla teselli bulduğumuz iç çocuğumuz. Onun gözleriyle tanık oluyoruz Ege’nin dokunduğu her şeyi yenileyen taze rüzgârına. Anneannesinin köyü, büyülü dünyası; şehir ise ışıklarına düşlerinde bile kanmadığı gösterişsiz maket. İncirli Zeybek, kendini Anadolu’nun sıcacık kollarına bırakmış yazarın saf kalbinin eseri.
Kitapta birbirini tamamlayan yirmi iki öykü var. Bir salkım üzümün taneleri gibi her hikâye peşinden gelenle dağılmaz bir bütünlük kuruyor. Doğanın şahitliğinde yazılmış metinler kekik kokusunu odamıza taşıyan geniş bir pencere açıyor Ege’ye. Bu türküyü biliyoruz; sözleri dilimizin ucunda, tahin pekmezi pastadan çok seviyoruz; tadı hep damağımızda, bu hikâyeleri hatırlıyoruz; gücünü köklerimizden almakta! Titizlikle işlenmiş dili, nesre can katan şiir damarı, kültürümüze ait özgün motiflerin zenginliği, insanın yalın hallerinin incelikli bir bakışla değerlendirilmesi İncirli Zeybek’i bir ilk kitap olmaktan ileri taşıyor.
“Kızıl Örgülü Dolunay” erk hayvanların -tilki ve baykuş-, bilgelikle tutulan yasın, olduğu yere kök salmanın, anneanneye duyulan hayranlığın ilk hikâyesi. Çocuğun gözleri büyülü bir kameraya dönüşerek kadrajına giren her şeyi dönüştürüyor ve sıradan bir bakışla keşfedilmesi mümkün olmayan incelikleri bulup ortaya çıkarıyor. Anneanneye duyulan sevgi, çocuğun başta kendisi olmak üzere tabiatı ve insanı da sevmesini sağlıyor. Ancak olduğumuz gibi sevilmek iyileştirebilir çocukluk yaralarımızı.
Yeryüzünde hiç olmazsa bir insanın bizi suçlarımızla da, kusurlarımızla da, kırık dökük yanlarımızla da sevdiğini bilmek her şeyi onarma ve yeniden başlama gücü verir.
Ne bayrak eskiyor ne de hikâyesi
Anneannesinin kucağındaki çukura yerleşip orada bir ağaç olmayı dileyen kahramanımız, ona baktığında neler görmüyor ki: “Ellerimi başımın altına koyup yüzüne bakıyorum. Yastığının üzerinde kocaman bir dolunay uyuyor.” “Burnu ufacık, Allah’ım diyorum, bahçedeki çiçeklerin, taze nanelerin kokusu sığar mı bu deliklere?” Anneannesinin onu gözden çıkarmayacağına sonsuz bir güven duyuyor. İşte bu eminlikle kök salıyoruz bulunduğumuz toprağa. Ne olursa olsun bizden vazgeçilmeyeceğini bildiğimiz eve yerleşme arzusu duyuyoruz.
“Uyumazsan tilkiye veririm seni.
“O da geri verir.”
Anneanne yalnızca bir çocuk değil tohum büyüttüğünün farkında. Bu yüzden onu köyün derelerinde yıkıyor, komşu sofralarına oturtuyor, göç zamanı geldiğinde yanından ayırmıyor. Bildiklerini sadece anlatmakla kalmıyor, o yaşanarak öğrenilen bilginin değerini keşfetmiş. Mirasını her nefeste parça parça armağan ediyor. İncirli Zeybek’te kocakarı tarifleri değil koluyla bacağıyla ve ruhuyla tabiatın parçası olmuş bilge bir anneannenin hayat ve hatıralar tarafından tasdik edilmiş hikmet dolu adımları var. “Ayna çoğaltır. Mutluluğu da huzursuzluğu da nazarı da çoğaltır kızım. Ya üzerine tül ört ya da çıkart odanızdan.” Ayna varsa yansıma var, anneanne varsa torun var: “Anneanne, aynalar ölüleri de çoğaltır mı?” Çocuğun sorularından usanmıyor, onu geçiştirmiyor; her birini kalbiyle cevaplıyor anneanne. Saf bir merak, kitap boyunca hikâye bayrağını durmadan dalgalandırıyor. Çocuk mu; ona torun da diyebiliriz, kırlangıç uşağı da, incirli zeybek de. Anneannenin kalbinde bin ismi var.
Tabiatın döngülerine uyumlu bir işleyişle karşılaşıyoruz kitapta. Cemreler acelesiz, sırasıyla düşüyor öykülere. Hava, su ve toprak sezdirmeden biçim değiştiriyor. “Sese Düşen Cemre”de, dostlarını bir bir ebedi aleme uğurlayan anneannenin matemiyle sessizliğe bürünüyoruz: “Dosttan kalan ömrü, hayatın neresinde kullanayım.” İğne oyalı mendiliyle siliyor gözlerini, yaşlar kuruduğunda sümbül yağı döküyor üzerine. Kırgınlığı, küslüğü, elemi göstermenin sayısız yolu var. Zarafetle ifade edilen her duygu ince bir iz bırakıyor muhatabının kalbinde. “Kızıl Nehre Düşen Cemre”de, “Evvelce dedene kırıldığım zaman söyleyemezdim hiç, çekinirdim ondan. Mendile sümbül yağı dökerdim, anlardı rahmetli,” sözleriyle o yolların arasından mis kokulu bir patika işaret ediliyor. Üç gün geçse de kurumuyor bazen astığımız mendil. “Taşın üzerinde oturup, unutulmuş bir türkü” gibi ”hatırlanmayı beklerken” cemre bu kez yüzümüze düşüyor. İyice gömülüyoruz taşa, katılaşan kalbimizin yükünü kim bölüşecek? “Göz göze gelsek barışacaktık, o yüzden kafamızı yerden kaldırmıyorduk.” Öğreniyoruz, sadece dostluk üstesinden gelebilir küslüğün.
Sayfaları çevirirken “Dolunayın Dişleri” usul usul aralanıyor. Çocuk, ayın suyunu içerek büyümeye niyetli. Eviyle arasında bir kordon gibi duran anneannesinin hikâyeleri besliyor onu. Rüyaları evinde başlayıp evinde bitiyor; başka her yer yabancı! Geceleri gökten oluk oluk yağan ışık sadece yuvasındayken sızıyor uykularına. Sabah olmasın, babası köye gelip onu almasın diye umutla kızıl tutunuyor anneannesinin kirpiklerine.
İncirli Zeybek’te sevdiğini söylemenin türlü hallerine şahit oluyoruz. “Alaz da sevdiğini söyleme konusunda utangaçtı. Söylemezdi ama bir yere gidelim mi dediğimde ‘Nereye?’ diye sormadan ‘Olur, gidelim hadi’ derdi.” Teslimiyet tamir ediyor kırgınlıkları. “Tepsinin cevizli tarafını Ümmü teyzeye bakacak şekilde koyuyor ortaya. En yakın arkadaşının cevizli sevdiğini biliyor.” Zarafet çoğaltıyor muhabbeti. “Gıdıklardı, kaymağın üzerine kırardı yumurtayı, ballı süt yapardı, tabakta az bir şey varsa, ‘Ben sevmem, sen ye oğlum’ derdi.” Merhamet kalplerden taşırıyor sevgiyi.
Dostların birbirinin ayıbına örtü, hatasına perde, günahına dua olduğu bu derinlikli dünyada, insanlar en güzel özellikleriyle biliniyor. Keriman, “halis gül Keriman”, “vaktiyle köyün en güzeli Keriman” oğlu askere giderken balkona bayrak asmayı unuttuklarını fark edince kapıdan kimseyi çıkarmayıp incecik elleriyle dikişe oturuyor. Ne diktiği bayrak eskiyor, ne de kalplerde büyüyen hikâyesi. Güzellik, dilden dile dolaşıyor öykülerin arasında. Dostluk fırçası boş durmuyor. Dokunduğu her kalbe çiçekler çiziyor. Saksıda değil killi toprakta açan ıtırşahi çiçeği de katılıyor fener alayına. Dil sustuğunda bedenler bir alfabeye dönüyor. “Onların arasında bir büyü var, her şekilde konuşabiliyorlar.”
Köyü büyük bir müzik kutusu
Köyü büyük bir müzik kutusuna benzetiyor Sivrikaya. Işıklarının senede bir kere, dedenin ruhunun ortalıkta dolaştığı günde yandığına inandığı büyülü bir müzik kutusuna. Kulağımızı şefkatle dayadığımızda notalar köyün üstünde savrulup dağa tırmanıyor. Baba yırtılmayı bekleyen bir takvim yaprağı gibi takılıyor gözümüze. Anne bir görünüp kayboluyor, gölgesi nerede? Öğretmenin avuçlarında güneşten bir kına. “Ağzımın içinden ‘Öğretmenim’ diyorum, duymasını istemiyorum. Ama en çok benim öğretmenim. Sevgimi hemen belli etmek istemiyorum. Beni görsün, benim nasıl olduğumu merak etsin.” Bir avuç çağla avuçlarından yere düşüyor çocuğun. İyileşmesi gereken yaraları, tırmanması gereken dağı var. Ama bunlardan daha önemlisi; anneannesinin onarılması gereken bir damı var.
Ali Akif Sivrikaya, kalemini çapa gibi kullanarak Ege’nin bereketli topraklarını coşkuyla havalandırıyor. Bize ait olanı hatırlayıp onurlandırdığımızda sıra dağlar gibi güçlenebiliriz. Okudukça kalbimize saçılan ata tohumları kitabın sonuna geldiğimizde omuz omuza filizleniyor. Ve başlıyor Harmandalı! İncirli Zeybek, çoktandır kendi haline bıraktığımız ruhumuzu kökleriyle buluşturarak yepyeni cemrelere hazırlıyor.
Yeni yorum gönder