

1986, Jorge Luis Borges’in öldüğü yıl. Maradonalı Arjantin’in Dünya Kupası’nı kazandığı, Challenger’ın havada parçalandığı, Çernobil faciasının yaşandığı, Olof Palme’nin öldürüldüğü, Halley kuyrukluyıldızının meşhur olduğu yıl.
Borges’in denemelerinin yer aldığı Tartışmalar, yazarın hayatını ve bu hayata koşut gelişen edebi ve politik olayları özetleyen bir kronolojik hatırlatmayla başlıyor. Dünya savaşları, darbeler, Perónlar ile dolu olaylar karşısında en büyük otorite karşıtı hareketi, Arjantin Ulusal Kütüphanesi’ndeki görevinden istifa etmek olan bir Borges var karşımızda. Hayatının farklı yıllarının satırlarında, hep bir kaçış gözlemleniyor. Arjantin dışına, metafiziğe, başka dillere ve edebiyatlara, körlük geldikten sonra karanlığa ve yazıdan konuşmaya bir kaçış. Ülkeye böylesi Batısal bir uzaklıktan bakış, bizim coğrafyada kah dokuz köyden kovdurur, kah başköşeye oturtturur adamı.
İki başlı dev ve bilirbilmezler
Şüphesiz Borges bu değil. Ama edebiyatçıdan tarihi etkileyecek politik tavır talep etme küstahlığı tam olarak bu. Yazardan yola çıkarak hayal edilenle, yazılarından yola çıkarak kişileştirilen, iki başlı bir dev. Kurmacaların en büyüğü bu “dev” yazar miti. Borges, bu konuyu Flaubert üzerinden örnekliyor ve bu ikiliğe yazgı diyor. Ona göre, bir eserler bütünü yaratmak için mücadele eden çalışkan Flaubert ile efsaneye ve tarihe ait olan “edebiyat şehidi” Flaubert aynı kişi ve sonuçta Flaubert “öngördüğü ve hayata geçirdiği edebiyattan daha önemli ve gerçek.” Tartışmalar’ı okurken bu ikilik tuzağından kurtulmaya çalışsam dahi, Borges’in denemeleri güncel politik yaftalarla sınandığında sonuç ne olur diye düşünmeden edemedim. Aslında cevap, Flaubert’in karikatürize iki burjuvanın üstünkörü bilgilerle bilim, edebiyat, felsefe ahkamları kestiği, cahilce hükümler verdikleri romanı Bouvard ve Pécuchet’de. Tahsin Yücel, Bilirbilmezler adıyla çevirmişti kitabı. Borges bu kendini beğenmiş bilirbilmezliği, “birbirini tamamlamayan, karşıt nitelikte olmayan, ikilikleri yapay bir sözellikle malül” olarak tanımlıyor. Beyazlarla akların tartışmaları sanırım beni renk körü yaptı. Merak ediyorum: Türkiyeli olsaydı, Borges’e ne renk derdik?
Borges’i içedönük, mevki sevmez, hırssız, viktoryen kafada, muğlak, paradokssal, tevekkül içinde diye biliriz. Tartışmalar’ı oluşturan 30’lu yaşlarına ait denemelerde biraz daha meydan okuyan, kendine güvenen, neredeyse kavgacı bir tonu var. Yer yer alıntıladığı edebi örneklerin peşine takılıp sadedi kaçıracak kadar sabırsız ve dörtnala. Bu nedenle, denemelerdeki tüm edebi ve felsefi referansları anlayacak okur için bile yorucu bir okuma deneyimi olacak.
Borgesyen milliyetçilik
Borges ortalama okura değil, Arjantin entelijansiyasına hitap ediyor. İkna etme çabasından çok, yerleşik varsayımları yıkma niyetiyle. İsyanında, sadece ona has, Arjantin’e Batı’dan bakan bir milliyetçilik ve halk-aydın ayrımı var. Borges’in entelektüelliğe verdiği değer, Arjantinli edebiyat eleştirmeni Paul Groussac’a gösterdiği beğeni ile netleşiyor. Sivri dili, öğretmen tavırlı azarları ile bilinen Groussac’ın İspanyolcayı kullanmadaki ustalığını İngilizce “readableness” olarak övgüyle tanımlıyor Borges, çünkü “Arjantin romanı okunmaz, bunun nedeni ölçü yoksunluğu değil, hayal gücü, coşku yoksunluğudur.” Fransız kökenli olan Groussac’a hak ettiği değeri vermeyen Arjantin’e sitemli. Yalnızlığının farkında ve sahibi olarak milliyetçi olunmaz diye kafa tutuyor Borges: “Ya Arjantinli olmak bizim kaçınılmaz yazgımızdır, ya da sadece bir maskedir.”
Arjantin edebiyatı ve gelenek meselesi de kızdırmış Borges’i. Örneğin, pastoral halk edebiyatı Gauchesca’nın oluşmasında şehirli karakterlerin çobanlar kadar önemli olduğunu, bağımsızlık savaşları ve anarşizm sürecinde medeni kültüre sahip insanların, gaucho'larla iç içe geçtiğini savunuyor: “İki hayat tarzının bahtsız beraberliğinden, birinin ötekinde yarattığı dehşetten Gauchesca edebiyat doğmuştur.” Bir ülke edebiyatının, sadece o ülkeye ait yöresel renkler ve unsurlarla dolu olması gerektiği fikrine karşı çıkıyor. Borges’e göre bu sonradan edinilmiş, edebiyatın doğasında olmayan bir zorlama. Milliyetçilerin asıl reddetmesi gereken şey yerel Arjantin kültüdür. Çünkü bu ithal, neredeyse turistik bir kavramdır. Sanki Arjantinliler evrensel olamazmış gibi. Guiraldes’in milliyetçiler tarafından çok beğenilen Don Segundo Sombra romanı mesela. Romanın başarısının başkahramanının bir gaucho olması ve kırsal ağızla yazılmış olması değil, dönemin Batı romanında baskın kullanılan metaforları ve kurgu örgüsünü içermesi olduğunu söylüyor. Borges’in milliyetçilik anlayışında, Guiraldes, Batı edebiyatını içselleştirerek bu Arjantin romanını yarattığı için asıl gerçekten Arjantinlidir Don Segundo.
Arjantin edebiyatının İspanyol edebiyatı geleneğine sığınmasını da kısıtlayıcı buluyor Borges. “Özel eğitim almamış” bir Arjantinli diyor, İspanyol edebiyatından zevk almakta zorlanır. Eğer “bazı kültürlü Arjantinli yazarlar” İspanyollar gibi yazıyorsa, bu İspanyolca gelenekten değil, Arjantinlilere özgü çokyönlülükten kaynaklanır, diyerek milliyeti dilin üzerine çıkarıyor.
Kitapta, Batı metinlerinden örneklerle genel edebiyat, metafizik ve felsefe üzerine denemeler de var. Yalnız ülkeler Arjantin ve Türkiye’nin yakın tarihindeki benzerlikler, bir türlü içinden çıkamadığımız milliyetçilik ve dil kavramı, her daim gündemimizdeki entelektüel-halk karşılaştırması yüzünden, yazıda bu konulardaki denemeleri incelemeye çalıştım. Kendimizi ortalama bir entelektüel olarak tanımlıyorsak eğer, Borges’e hak verip vermeme konusunda azıcık kafa yormalı.
Kronolojik bir dünya tarihiyle başlayan, insandan geriye kalanları listeleyen bu öfkeli kitapta, dingin Borges tevekkülünü, “Gerçekliğin Sondan Bir Önceki Versiyonu” adlı denemede buldum: Geçmişin hatırası ile geleceğin öngörüsü arasındaki zaman duygusunda sadece insan ikamet eder. Hayvanlar ise, salt bir şimdiki an ile sonsuzluk anı içinde, zamanın dışında yaşar. Ne yapsam da hayvan olsam. Bilirbilmezlikten iyidir.
* Görsel: Meltem Şahin
Yeni yorum gönder