İlk şiir kitabı Kapalı Çarşı’dan bu yana Türk şiirinin manşetlerinden biri olarak yaşadı. Karanlıkta kımıldıyordu şiir; duraklarda, kahvehane ve otel köşelerinde. Behçet Necatigil olmak gerekiyordu karanlıkta fark etmek için şiiri. Behçet Necatigil olmak gerekiyordu dokunup alma cesaretini göstermek için o solgun gülü. Ellerde, dudaklarda, ıssız yazılarda rastlıyordu ona bazen. Akşamlara gerilen ağlara takılıyordu şiir. Yaralı hayvanlar gibi soluyordu anılar boyunca.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı. O zamanlar kompozisyon dersleri vardı okullarda ve kalemin er meydanıydı bu ders. Defne’nin, on dört yaşındaki talebesinin defterine yazdığı cümle ilk ödülüydü Necatigil’in: “Yarının iyi bir kalemine sahipsin.” Fakat İstanbul kıskandı Kastamonu’yu ve küçük şairi hastalandığı gerekçesiyle tekrar yanına aldı. Kabataş Lisesi’nin denizi vardı bir de Necatigil’i oldu. “Küçük Muharrir” bizzat el yazısıyla hazırladığı dergisiydi, okurları; arkadaşları ve yakın akrabaları. Bu isimle yazılar gönderdi Akşam gazetesinin haftalık Çocuk Dünyası sayfasına. Telifi çikolata.
Liselilerin büyük adam sayıldığı zamanlardı, büyük adamlardı çünkü. Onuncu sınıfta Varlık Dergisi’ne mektup gönderecek cesareti, şiirlerinden birini Yaşar Nabi’ye yayınlatacak liyakati vardı delikanlının. 1935’te Behçet Necati imzasıyla yayınlanmıştı “Gece ve Yas” adlı şiiri: “Bir köşeye büzülüp/ Böyle susmazdım ama/ Kapılardan süzülüp/ Gece doldu odama. // Bir yağmur ince ince/ Çarpıyor şimdi cama/ Hasret kaldım sevince/ Korku yüzümde yama. // Dalarken gözümde yaş/ Ben böyle sonsuz gama/ Artıyor yavaş yavaş/ Damlardaki ağlama.” Yaşar Nabi hiçbir şey için olmasa da “Korku yüzümde yama” mısraının hatırı için yayımlamış olmalıydı bu şiiri. Cevherde bir damar parlıyorsa bu başka damarların da işaretiydi.
Ne güzel edebiyat öğretmeni olurdu Necatigil’den. Oldu da. Parantezin içine önce Kars girdi sonra başka başka şehirler. Nihayet İstanbul yine kıskançlığını gösterip yanına hem de Kabataş Lisesi’ne aldı. Mezun olduğu okulda tam on beş yıl öğretmenlik yaptı Necatigil. Eline ne geçerse onun üzerine yazdı mısralarını. Sigara paketine mesela, günlük bir gazetenin kenarına. Ürkek bir kuştu şiir bir an beklesen başka yere uçacak. Cemal Süreya “nereye mi yazardı şiirlerini” sorusunu sordu bir şiirinde. İkramiye çıkmamış piyango biletlerinin kenarına, ilaç kutularının üzerine, kağıt peçetelere, plastikten oyuncakların üzerine dedikten sonra nihayet “tırnaklarının üstüne” diye bitirdi şiirini. Etle tırnak gibiydi Behçet Necatigil’le şiir. Nitekim “Önsöz” şiirinde kendine şöyle bakıyordu uzaktan: “Hulyalariyle yaşardı,/ Bir Behçet Necati vardı./ Gece yarılarında, sokakta/ Kâğıda birşeyler yazardı./ Şairliğinden yadigâr/ Bu YELDEĞİRMENLERİ kaldı.”
“Yel değirmenleri” şiiri “Yaşamak azaptır çok zaman,” diye başlıyordu. Belli ki Don Kişot’la özdeşleştiriyordu kendini şair. İmdada yetişecek ebabil kuşlarından mahrum bir Don Kişot. “Beni kurtaracak biri yok hazırda,/ Ölümün takibi henüz çok geriden./ Mihneti esvap gibi geçirip sırta,/ Yel değirmenlerine hücum yeniden.” Ölümün takibi henüz çok geriden, dese de ertesi gün ölecekmiş gibi yaşadı her gününü o. “Meddah İsmet”in arkasına saklanarak bir sokağa adının verileceği günü hayal etti. “Meddah İsmet /1851 – 1914/ Ünlü meddah ve ortaoyuncusu/ Camcı esnafındandı // Ölümünden sonra/ Beşiktaş’ta bir sokağa/ Adı verildi // Ben de ona benzesem/ Dipnot bir kitapta:/ Behçet Necatigil/ Doğum ölüm yılları/ Şair, radyo oyunları yazarı/ Öğretmendi/ Ölümünden sonra/ Beşiktaş’ta bir sokağa/ Adı verildi.” Yıllarca oturduğu Beşiktaş’taki Camgöz Sokağı’nın adının “Behçet Necatigil Sokağı” olarak değiştirilmesinin vakti gelmemişti henüz.
Şair atını her vadide koşturabilir
Bir kitapta dipnot olarak kalmadı Necatigil. 1945 yılında yayımladığı ilk şiir kitabı Kapalı Çarşı’dan bu yana Türk şiirinin manşetlerinden biri olarak yaşadı çünkü. Mütevazıydı, kırk yıl şiir yazdıktan sonra üçüncü tekil şahsın ağzından kendini şöyle anlatıyordu: “Şiirde kırk yılını, doğumundan ölümüne, orta halli bir vatandaşın, birey olarak başından geçecek durumları hatırlatmaya; ev-aile-yakın çevre üçgeninde, gerçek ve hayal yaşantılarını iletmeye, duyurmaya harcadı. Arada biçim yenileştirmelerinden ötürü yadırgandığı da oldu, ama genellikle, eleştirmenler, onun için, tutarlı ve özel bir dünyası olan bir şair dediler.” Ah ne kadar da korkuyordu şairler yanlış anlaşılmaktan. Solgun bir gül olmaktan bir eleştirmenin elinde.
Nereye dokunsa şair solgun bir gül oldu. Kırılganlığını daha nasıl anlatabilirdi ki hayatın: “Çoklarından düşüyor da bunca/ Görmüyor gelip geçenler/ Eğilip alıyorum/ Solgun bir gül oluyor dokununca,” diye başlayan şiiri lirizmin en iyi örneklerinden biri oldu. Melodram değil yüksek bir duyarlık vardı mısralarında. Ceplerine sokunca sigaralar kağıtlar arasında usulca nefes alırken elleri, bir şiir fotoğrafı görüyor da her sefer eğilip alıyordu kimse görmeden. Karanlıkta kımıldıyordu şiir; duraklarda, kahvehane ve otel köşelerinde. Behçet Necatigil olmak gerekiyordu karanlıkta fark etmek için şiiri. Behçet Necatigil olmak gerekiyordu dokunup alma cesaretini göstermek için o solgun gülü. Ellerde, dudaklarda, ıssız yazılarda rastlıyordu ona bazen. Akşamlara gerilen ağlara takılıyordu şiir. Yaralı hayvanlar gibi soluyordu anılar boyunca.
Şiiri saklı suydu
Her iyi şair gibi onun şiiri de biraz saklı suydu. Çıplak yaralar gibiydi havanın bile acıttığı. Bir şey sorulmamalıydı şiir hakkında. Alıngan ve onurluydu şiir saklanmalıydı biraz. “İstemez görsünler saklı su” mısraında saklıydı bu sır. Fakat yine de tamamen kapatmak olmazdı kapıları. Bir konuşmasında beden dili gibi bir şiir dilinden söz ediyordu manayı deşifre eden: “Şiirde manaya varmak, belki gizli ama mutlak mevcut ipuçlarını bulmaya bakar. Şair manadan ne kadar kaçarsa kaçsın veya ne kadar kendine saklamak isterse istesin, zaman zaman, kendisine o şiiri yazdıran sebepleri, şiirin yakınlı uzaklı kelimelerinde, belki kendi de farkında olmadan ele verecektir.”
Bir kıvamın peşinde oldu hep Necatigil şiirde. Konuştuğunda ölçülü konuşurdu şiir. Sustuğunda düşündürürdü. Vezin ölçüsü değil dozdu işaret ettiği. Azalta azalta kelimeleri cevhere ulaşmış, süze süze mısraları ses ve görüntüde duruluğu elde etmişti. “Şiirdeki ses ve görüntü ayarlaması, televizyondaki gibidir. Aletin içindeki çapraşık parçaların sağlıklı düzenine, bütünlüğüne, işlev uyumuna bağlıdır. Parazitleri önlemek, düz yazıda bile kullanılmayacak sözcük dizilerine karşı uyanık olmakla mümkündür,” diyerek uyarıyordu genç şairleri. Şiir ona göre “bir iç dünya işi”ydi. Bir “kelimeyi kollama” sanatı. İnsan kendi duvarları içine hapsolamıyorsa adına ister birinci isterse beşinci yeni diyelim şiire ulaşamazdı.
Özün korunması halinde şair atını her vadide koşturabilirdi. “Dilediğimiz yollara yolculuklara açık”tı. “Kesin bir açıklama” ya da “bir bildiri” değildi. Necatigil, bir şiir kaşifiydi yeni biçemler denemekten korkmayan. Serüvenini paylaşmaktan geri durmaz, gelecek zamanların edebiyatçıları için izler bırakmaya çalışırdı: “Ben şiirde en uç noktalara kadar gidip gidip geldim. Yani Türk şiirinin zengin serüveninden yararlanarak, sözcükler üzerinde hatta sentetik diyebileceğimiz analizlere kalkarak, sözcüklerin birçok anlamlarından yararlanarak böyle çokgen bir şiir sağlamayı bile denedim. Yalnız bu biçim araştırmalarının yanı sıra öz hiç değişmedi diyebiliriz. İlk şiirlerimdeki, ta çocukluktan gelme sevinçler, hüzünler ya da hasretler bugün hâlâ sürüp gidiyor şiirlerimde.”
Evleri dev yaptı
“Bir İstanbullunun Not Defterinden 1” adlı şiirinde mısralarındaki değişmeyeni görmek mümkündü. “Değişmedi/ Çocukken de../ Emektar mum/ Şimdi elektrik kesilmelerinde. //
Kar çamur kışlar, bata çıka/ Öğrenciyken de - -/ İyi ki ayaklarım yürüyorum/ Taşıtlar almayınca. // Semt semt, belli günlerde/ İyi ki hala sergiler - -/ Ucuzluk arıyorum/ Ninemin pazarlarında. // Mumlar, çamurlar, çarşılar/ Vura vura kendimi birinden ötekine/ Böyle katı oldum. // Bıçkın arabalar sıyırıp geçer beni/ Her an çiğnenme korkusu/ Onca eğreti oldum. //
Yazmıştı birisi/ Hangi kitaptaydı/ Onun anlattığı oldum.” Evleri dev yaptı Necatigil. Gizli kalmış gözden kaçmış duyarlılıkları görebileceğimiz kadar büyüttü. Değişmeyenin yanı sıra değişeni taşıdı şiire. Mahallenin son fotoğraflarını çekti tamamen ortadan kalkmadan. Yoksulların küçük alışverişlerinin altındaki acının fotoğrafını mesela. “Çocuklar” şiirini okuyup da dağlanmamak mümkün müydü! “Çarşılarda bir şey/ Biz pek aramazdık çocuklar olmasaydı. // Kasaplarda manavlarda bazı yorgun kadınlar/ Hep de tenha saatleri seçerler/ Sonra yavaş bir sesle/ Çocuk için hasta kaç gündür yemiyor/ Biraz et biraz meyva isterler. // Sevdiği bir reçeli gün aşırı yalnız ona/ Kaşıklarla beraber büyür bir üzüntü/ Yağların şekerlerin çayların/ Uykularda bile bitiyorsa/ Annelere düşündürdüğü. // İnsanlara, tezgâhlara, kâğıtlara kolaydı/ Biz bu kadar eğilmezdik çocuklar olmasaydı.” Vakitsizliğin fotoğrafını çekti sonra dolu dizgin akarken “Eski Sokak”. “Küçük ahşap bir dizi evlerdi/ On yıl önce o sokak/ Sonra geniş caddelere çıktık/Apartman, sizden uzak. // Çocuklar orda büyüdü/ Orda okula gitti,/ Komşunuzduk ama görüşemedik/ Hiç vakit yoktu.”
Behçet Necatigil’in hayat parantezinin içerisine neler girdiğini yazmaya bu mütevazı yazı kafi gelmez. Yıldızlara bakmak için göz yetmeyebilir çünkü. Öyle derin yaşamıştır ki şair mercek üstüne mercek gerekir, hayat üstüne solgun bir gül. “Kitaplarda Yaşamak” şiirinde “Adı, soyadı/ Açılır parantez/ Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti/ Kapanır parantez. // O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı/ Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları...” dediğine bakıp parantezin kapandığını sanmayın. Hayır, “O şimdi kitaplarda/ Bir çizgilik yerde hapis” değil. Behçet Necatigil’in şiir parantezine bakın siz hiç kapanmayacak olan.
Yeni yorum gönder