

Sakın bu kitabı (hatta bu yazıyı) tok karnına okumayın, midenizdeki her şey fazla gelebilir! Huzursuz edici Uzak Doğu korku filmlerinden birinde kahraman hep genç kalmak uğruna insan ceninli dumpling yapıp yiyordu (Three Extremes: Dumplings). Herhalde daha mide bulandırıcı bir şey bulamazlardı diye düşünürken, başka bir canlı türünün gözünden, insanoğlu ve kızlarının sofralarından eksik olmayan yumurtayı hatırladım. Binlerce yıl önce evcilleştirip beraber yaşayageldiğimiz dostumuz tavukların henüz doğmamış zavallı yetimlerini yiyoruz. Of midem..
Çocukluğundan beri sayısız kısa süreli/başarısız vejetaryen olma denemelerinden sonra 30'lu yaşlarında baba olan Jonathan Safran Foer, artık her şeyin yeniden mümkün olduğunu hissettiği için yeni bir mücadeleye girişir. Üstelik bu sefer önceki imtihanlarında olduğu gibi yalnız değildir. Kararı karısıyla beraber almışlardır ve hayali (daha iyi bir insan oldukları) geleceklerini temsil eden oğulları da deneyin gözlemcisi ve katılımcısı olarak yanı başlarındadır. Belki de birincil olarak ona benimsetmek istedikleri ahlaki değerler adına (ve onun hatrına) artık sapmayacaklarından emin oldukları bir yola girerler: Hayvan yememek.
İlk önce 'et'in ne olduğunu, nereden geldiğini, nasıl üretildiğini, hayvanların nasıl muamele gördüğünü araştırmaya başlar Foer – elbette ABD bağlamında. Öğrendikleri neticesinde hayvan yememenin basitçe kişisel bir duruş olarak kalmasını yeterli bulmaz, bir yurttaş ve yazar olarak bu kitabı yazmaya karar verir. Dolayısıyla Hayvan Yemek endüstriyel çiftliklerde beslenen hayvanların (tavuk, hindi, domuz, sığır, balık), doğumdan ölüme tüm yaşamlarını – ki genellikle oldukça kısa – tüm ayrıntılarını kelimenin tam anlamıyla bütün çıplaklığıyla (burada +18 işaretine ihtiyaç duyan pornografik şiddetten de söz ediyorum) ortaya döküyor.
Kitap, salt insanların 'damak tadı' için yetiştirilen çiftlik hayvanlarının ölüm odaklı yaşamlarının sefaletini anlatmak için açıkça iğrenç bir görsellik kullanıyor – eh, biraz da tadımız kaçsın. A4 kağıdı boyutlarında bir alana kıstırılmış, topu topu 42 günlük ömürlerini (39'a inmekte), ilaca boğulmuş, hasta, stres yüklü geçiren tavuklar; daracık gebe kafeslerinde hareket edemeyen, bu yüzden kemik yoğunluğu azalan, ayrı bir alan olmadığı için kendi dışkılarının üstünde yatan, kafeslere sürtünmekten derilerinde iltihaplı lezyonlar oluşan hamile domuzlar; bazen uyuşturulmadan, bazen de başarısız elektroşok yüzünden şuuru açıkken kesim işleminden (7 dakika kadar) geçen inekler; kirli sularda kolayca gelişen deniz bitleri yüzünden kemirilen, şayet sağ kalırlarsa kesim öncesi on gün kadar aç bırakılan ve solungaçları kesilen çiftlik somonları. Bundan başka kesilmiş tavukların soğutuldukları 'dışkı çorbası', sınai çiftliklerin 'ürettiği' ve dönüştüremediği milyonlarca kilogram bok, çelimsiz domuz yavrularının 'gümletilmesi' (kafa üstü beton zemine vurmak) gibi sonsuz berbat şey öğreniyoruz. Foer'in bir yerde 'soykırım' sözünü kullanması tesadüf değil: Sınai çiftliklerin idaresinde başvurulan 'bilimsel', organize, acımasız, totaliter yöntemler, Nazilerin toplama kamplarında Yahudilere yaptıklarından ilham almış gibi. Ölçek ekonomisine dayanan, montaj bantlı Fordist öldürme teknikleri (işin yetiştirme ve yaşatma tarafı fazlasıyla teferruat kalıyor).
İlk önce 'et'in ne olduğunu, nereden geldiğini, nasıl üretildiğini, hayvanların nasıl muamele gördüğünü araştırmaya başlıyor Foer.
Endüstrinin içyüzüne dair tüm bu bilgilerin (özellikle sektörün içinden kişilerin tanıklıklarının) endişeli hepçillerde derin bir huzursuzluk yaratmaması mümkün değil. Ancak farklı boyutta bir aydınlanma da söz konusu. Çok değil 10-15 yıl öncesine kadar 'beyaz et daha sağlıklı' amentüsünün nasıl da kabul gördüğünü (gazetelerin arka sayfalarındaki 'sağlık' haberleri ve PR şirketlerine ısmarlama iş yapan yeme-içme-diyet yazarları sağ olsun) ve olur olmaz her şeyi (düşünün bir, döneri bile!) tavuklu yapmaya başladığımızı hatırlatmaya gerek yok. Fakat öğreniyoruz ki bu kampanyanın esas ateşleyeni sağlık, bilgi, beslenme filan değil tavuk üretiminin 150 kat artabilmiş olmasıymış! Kutu bir kere açıldı mı başka senaryolar da canlanıveriyor insanın kafasında. Foer'in diğerlerine katbekat üstün gördüğü kırmızı et çiftlikleriyle ilgili anlatılanlar da ilişkinin arz tarafından kaynaklanan bir manipülasyon faaliyetinin parçası olamaz mı? Şu sıralar sık sık kırmızı etin kolesterol davasında aklandığını okuyup durmuyor muyuz?
Aktivistler endüstriyel çiftlikler sorununun hayvan yemeye son verilmesiyle çözüleceğini düşünüyor. Ancak önümüze koyduğumuz hedefin büyüklüğüyle -♪ well you know we all wanna change the world ♪- ortaya attığımız tüketim siyasetlerinin – onu yeme bunu yeme şunu ye - kısırlığı arasında büyük bir orantısızlık var. Kısır diyorum, zirâ bunlar genellikle bireysel vicdanları rahatlatan ama özünde senbenbizimoğlan arasında, orta sınıf, eğitimli, şehirli hayaller. Üstelik epey bir zamandır biliyoruz ki içinde yaşadığımız gerçekliği - ne tükettiğimiz de dahil olmak üzere - üretim koşulları belirliyor. Yani dünyayı değiştirmek sizin benim yemek ya da yememek tercihlerimize indirgenecek kadar kolay değil.
"Yani dünyayı değiştirmek sizin benim yemek ya da yememek tercihlerimize indirgenecek kadar kolay değil" nasıl bir eleştiri anlamadım ben.
Anladım belki de. "Ben et yemeye devam edeceğim, siz de boşverin. Vicdan yükü ne kadar bölüşülürse o kadar hafifliyor."
İnsanlar dünyayı değiştiremeyecek olsalar bile doğruyu tercih edebilirler.
Yeni yorum gönder