Kızgın güneşin altında uzun süre beklemiş taşlar gibi yanıyordu gözleri. Panjurun delikleri arasından odaya yayılan gün ışığına alışmaya çalışıyordu. Duvarın ardında yaşayan insanların konuşmaları, kısa kesik gülüşleri duyuluyordu. Dinledi. Yaşlı bir adamın konuşmasını andırıyordu ses. Kolu, yastığın altında kıvrılmış, ağırlığını üstüne yattığı bacağına vermişti. Bir an olsun hareket etmeden, kanepede uzanıyordu. Tedirgindi. Yeni başlayacak günün yorgunluğu onu omuzlarından çekiyordu. Direniyordu. Yastığın altında kalan kolu uyuşmaya başlamıştı. Odada, uzun süre kapalı kalmışlığın getirdiği bunaltıcı bir hava asılıydı. Pikeyi burnuna kadar çektiğinden nefes alıp verişi hızlanmış, bunalmıştı. Ama kıpırdayamazdı. Kediyi uyandırmak istemiyordu.
Sabah ezanı okunurken, gölgelerin arasında dolaşan kedinin siyah, parlak tüylerini ve ışıldayan gözlerini görmüştü. Adım sesini dinledi, yaklaşıyordu. Gözlerini yumdu, içinden saydı. Kedi, kıvrak bir hareketle ok gibi kanepeye fırladı, gezindi, kendine yer aradı. Kadının beliyle kalçası arasındaki oyuğa yerleşti. Pençelerini açtı, tırnaklarını çıkardı, pikenin dikişlerine tutundu. Bunu yaparken bıyıklarını aşağı yukarı, oynattı. Kadın, üzerinde yatan kedinin sıcaklığını hissediyordu. Gözleri fal taşı gibi açıldı, ağzı aralandı. Kedi eve henüz gelmişti, bunu biliyordu. Duvar saatinin her saniye daha şiddetli çıkardığı ses, bu küçük çatı katında yankılanmış ve kadının kulağında patlamıştı. Oysa hikâyenin en başında bu küçük çatı katını seviyordu. Yazı masasını sokağı gören pencerenin önüne yerleştirmiş, postaneden bir posta kutusu kiralamıştı. Editörlerden gelen ret cevaplarını bile çekmecelerde saklamış, yazmaya devam etmişti. Onunla olmaktan mutluydu. Tablolar astı, birlikte oldukları fotoğrafları çerçeveciye verdi, sardunyaları saksılara dikti. Ama artık eskisi gibi değildi, eskimişti.
Zaman sonsuz ama çember yuvarlak değildi. Kasketini başına yerleştirdi. Ellerinin üstündeki kahverengi beneklere her geçen gün yenileri ekleniyordu. Konsolun aynasında bir an için yansımasını gördü. Kendisiyle göz göze geldi. Bir zamanlar –henüz kısa pantolonuna askı takıp ceplerini erikle doldurduğu günlerdi– annesi dudaklarını bu aynanın başında boyardı. Saçlarına üstünde parlak taşlar olan taraklardan takar, yaşadıkları konağın geniş avlusunda Türk kahvesi içerdi. Lale motifi işlemeli konsol şimdi bir çatı katında, geçmiş zamanı yaşıyordu.
Gömleğinin yakası boynunu çiziyordu. Aldırmıyordu. Yüzü sarkmıştı. Oyun hamurundan biçimsizce şekillendirilen ve kuruması için dışarıda bırakılan bu yaşlanmış yüzü görmeye tahammülü yoktu. Odanın içi romatizma ilacı ve kolonya kokuyordu. Sabah uyandığında çizgili gömleğini, varis çoraplarını ve ceketinin cebine özenle yerleştirdiği mendilini leğenin içinde yıkamış, kuruması için asmıştı. Nem odanın kokusunu ağırlaştırıyordu. Yaşlı adam holde kösele ayakkabılarını cilaladı. Gri kedi, mavi, donuk bakışlarla adamın hareketlerini izliyordu. Uzaktan. İskandinav koltuğun tepesine tünemiş, Mısır heykelleri gibi hareketsiz duruyordu. Adam, kedinin, üstünde gezinen bakışlarının farkındaydı.
Yine bugünkü gibi sıcak bir yaz gününde, kedi yaşlı adamı –o günlerde dimdik yürüyor ve saçlarını geriye tarıyordu– sokakta takip etmiş, eve kadar ona eşlik etmişti. Adam ceketini çıkarmış, omuzuna atmıştı. Koltuğuna altılı ganyan gazetesi sıkıştırmış, sigara içerek yolda yürüyordu. Bir kadınla buluşmuştu. Sahil kenarında bir çay bahçesinde oturdular. Kadın dul kalmıştı, ayakkabı fabrikasında çalışıyordu. Ayakkabılara bağcıklarını takıyordu. Kadın, günde iki yüz ayakkabının bağcığını deliklerden geçirişini ve zamanın yanından geçen yürüyen bandın üstünden aktığını anlattı. Saate göz ucuyla bile bakarsa zamanın o noktada donduğunu ve asla çözülmediğini, böylece zamanın taşıyamayacağı kadar ağırlaştığından bahsetti. Adam, kadını dinlemek yerine, gökyüzünde pike yapan bir martının süzülüşünü izledi. Henüz parlattığı ayakkabılarının bağcıklarına takıldı gözleri. Eğildi, bağladı. Yalnızlığına bağlandı. O günden sonra, kadınlarla konuşmadı.
Yattığı yerden doğrulmayı denedi. Üzerinde lokomotif gibi nefes alıp veren kediyi uyandırmadan yerinden kalkmalıydı. O farkına varmadan, onunla karşılaşmadan dışarıya çıkmak, yürümek istiyordu. Bütün gece gelmesini, eve dönmesini bekledi. Beklemekten usanmıştı. Birden, beklenmedik bir anda ayağa kalktı. Kedi, uyumaya devam ediyordu. Saate baktı. Öğlen olmuştu. Parmaklarının ucunda denge kalasında akrobatik hareketler yapıyor gibi yürüyordu. Bir jimnastikçi gibi dikkatli ve güçlü adımlar atıyordu. Dolabın içinden annesinin geçen kış onun için ördüğü, yakası geniş, kırçıllı, yün kazağı giydi. Su içmek için mutfağa yöneldi. Kolunu hissetmiyordu. Bankonun üstünde duran bardağı yere düşürdü. Kedi, hırıltılar çıkararak olduğu yerde döndü, uyumaya devam etti. Kadın, irkildi. İpin ucundaki balon gibi içi gazla doluyordu. Kapıyı açtı. Apartmanın tahta basamaklarını indi. Dışarıya çıktı.
Yaşlı adam düşen bardağın zeminde çıkardığı sesi belli belirsiz duydu. Yeleğinin iç cebine babasının Cenevre’den aldığı Serkisof marka köstekli cep saatini koydu. Duman rengi kediyle vedalaşmak için arkasına döndü. Kedi koltuğun tepesinden yere atladı. Adamın ayaklarının arasında dolanmaya, sürtünmeye başladı. Boyun eğmek doğasına aykırıydı. Gitmesine engel olmaya çalıştı. Yanında kalmasını ve anıların içinde birlikte yaşamalarını istiyordu. Adam geçmişiyle arasına duvar örmek istiyordu. “Geciktim,” diye mırıldandı. Ayaklarının arasında dolanan kediden kurtuldu. Kapıyı açtı. Apartmanın tahta basamaklarını indi. Dışarıya çıktı.
Kazak kadına sıkıca sarılmıştı. Güneş gökyüzünde ilerliyor, binaların gölgesi yer değiştiriyordu. Bunaltıcı sıcak hava kadının çevresinde şaman dansı yapıyordu. Alnı terlemişti. Kazağının koluna sildi, yüzlerce karınca yüzünde geziniyormuş gibi hissediyordu. Serin, buz gibi bir limonata içecekti. Yanından geçen insanların yüzlerine, vitrinlere, slogan atan gençlere bakmadan, el ilanı dağıtan genç kıza aldırış etmeksizin yürüyordu. Kol saatine baktı. Aceleyle çıktığı için takmayı unutmuştu.
Her gün aynı yolları arşınlayıp, aylaklık eden adam için farklı bir gündü. Manifaturacıya gidip kumaş alacak, kendine bir ceket dikecekti. Güneşin altında parlayan ayakkabılarına gururla baktı. Annesi ayakkabıların boyasız, kir pas içinde olmasını ayıplar, misafirlerin ayakkabılarını çamurlu bulursa boyardı. Çarşıda, Hisarönü Camisinin önündeki çaycıda çay içecekti.
Kadın, çınar ağacının yanındaki sandalyede oturuyordu. Limonatasını yudumlayıp, karşısında oturan yaşlı adamın gözlerini kamaştıran siyah rugan ayakkabılarını hayranlıkla izliyordu. Yaşlı adam çayın içine tek küp şeker attı. Kadının bu sıcak yaz gününde niçin kazak giydiğini düşündü. Onları ayıran duvarın farkında değillerdi. Çember daralıyordu. Mesir macunu satan adam, boncukçular, ikindi namazına giden esnaf, kokoreççi, söğüşü doğrayan bıçağın nihalede çıkardığı melodik ses az sonra büyük bir patlamayla sustu. Dükkânların camekânları un ufak parçalara ayrıldı, her yere saçıldı, alarmlar aynı anda kulakları sağır edecek kadar güçlü ötmeye başladı, yerden gri bir toz bulutu yükseldi, zaman durmuştu. Geç kalmak, erken varmak, yetişmek, durmak, kaygılanmak, âşık olmak, beklemek, umut etmek anlamını yitirmişti. Kadın patlamanın etkisiyle oturduğu yerden yaşlı adamın ayaklarının dibine fırlamıştı. Yaşlı adam, yüzünü kollarıyla kapamış, yüzüne acı bir ifade yayılmıştı. Kadın adamın dizine dokundu, saatin kaç olduğunu sordu. Adam saatini o gün kurmamıştı.
Yeni yorum gönder