Kaval kemiğinde duyduğu acıyla sıçrayarak uyandı. İlk şaşkınlık geçince anladı. Mustafa tepiklemişti gene. Bir tekme de o attı. Horultusu kesilir gibi oldu. Hasan’ın yüreği ağzına geldi.
Mustafa abisi en büyükleriydi. İriydi. Anlaşılmaz bir şeyler mırıldanıp öte tarafa dönünce rahatladı. Yuf ulan, bana mısın demedi, diye geçirdi içinden.
İki abisinin arasında yatardı hep. Kışın yani. Mustafa bir köşeyi, Ömer öbürünü kapar, ona da böyle ortada tepiklene tepiklene pestile dönmek kalırdı. Ablası sobanın öbür tarafında, duvar dibinde tek başına yatardı. Ömer’in kafasının üstünden o yana baktı. Tepetaklak döndürülmüş koca bir dikdörtgene benzeyen soba aralarında demirden bir perde gibi yükseliyordu. Bu dünyaya kız gelmek varmış, dedi kendi kendine. Der demez de utandı. Kız olsam, dediğini abileri bir duysa... Kız mız olmasındı tabii de, böyle osuruklar içinde yatınca...
Annesiyle babası, Hasan’ların arkasında, odanın kapıya en uzak köşesinde yatardı. Bir tek onların karyolası vardı. Üstünde cibinliği olan.
Kışları hep böyle yatarlardı. Havalar ısınınca anne babası büyük odaya, ablası büyük odanın bitişindeki küçüğe, ağabeyleriyle Hasan da sokak kapısının hemen yanındaki –babası takılırdı, ‘bekçileri diktik gene’–, kışları kiler olarak kullandıkları odaya geçerdi. Yazın da gerçi fındık, mısır, soğan çuvalları, duvarlarda iplere dizilmiş kırmızı biberler, daha neler olurdu ama yine de bir yer bulup sığışırlardı. Yatakları birbirinden ayrı, duvar diplerine serilirdi. Havalar yeniden soğuyup soba ufaktan yakılmaya başladığında önce ablası taşırdı yatağını. “Kansız mı ne bu kız,” derdi annesi, “üşüyüp duruyor. Koca mı istiyordur nedir?” Böyle söylenir söylenir, haftasına kalmaz, tüm yataklar sobanın yamacına yerleşmiş olurdu.
Yüzüstü döndü, cibinlik açıktı. Annesi soyunurken bazen beyaz kalın tülü kapar, çoğu zaman üşenirdi. Belki üşengeçlik değildi, aklına bile gelmezdi tülü çekmek. Yatakta oturur, yorganı beline kadar örterdi ilkin. Kazağının yakası hâlâ boynundayken önce kollarını çıkarır, içi boşalmış kollar iki yanda sallanırken üstünde kırmızı, mor, yeşil, küçüklü büyüklü çiçekler olan, kalın pazenden geceliğini boynuna geçirip beline kadar indirir, sonra elini geceliğin yakasından içeri atar, ucundan sıkıca kavradığı kazağı sündüre sündüre dışarı çekerdi. Geceliğin kollarını da giydikten sonra kırmızı parlak atlas kumaşla kaplı yorganın iyice altına girerdi. En heyecanlı ânı burasıydı zaten. Yorganın altında kıçını bir o yana bir bu yana oynatır, sonra doğum yapacak bir kadın gibi bacaklarını iki yana iyice ayırıp belden aşağısını bir köprü gibi dosdoğru yukarı kaldırırdı. Kimi zaman yorgan aşağı taraftan havaya kalkıp açılır, kalbi kulaklarında atan Hasan, yorganın altından annesinin bacaklarını görmeye çalışırdı. Hevesi hep kursağında kalırdı. Gözleri yorganın altını ne kadar dikkatle araştırırsa araştırsın, çıtırdayan odunların kızıllığında görebildiği tek şey, annesinin çoraplı ayakları olurdu. Bir keresinde çorabın esneyerek iki yana uzamış apış arası bölümünü görmüştü, yalnızca bir kez, yoksa hep ayaklar... Daha yukarısını görmeye uğraşırken köprü hızla çöker, yorgan kapanır, sanki gerçek ama fazlaca pörsümüş bir çift bacak gibi duran, tabanlarına doğru üst üste binen katlarıyla fil hortumuna da benzeyen gri keçe çoraplar annesinin elinde belirirdi. İşe yarar ne varsa yorganın kuytusunda kaybolurdu. Yine de her seferinde izlemekten kendini alamazdı.
Bu kış başlamıştı her şey. İlk seferinde kazağını çıkarışını izlemiş, heyecandan, korkudan gerisini getirememişti. Sonraki gece yatağın gıcırdamalarını, annesinin vücudunun yatağa sürtünüşlerini, yüzükoyun yatıyormuş, başını da yastığa gömmüş gibi yapıp dinlemiş, kafasını azıcık kaldırınca tavana değecekmiş gibi yüksekte duran kırmızı yorganı görmüş, önce ne olduğunu anlamamış, yorgan indiğinde keçe çorabı fark etmişti annesinin elinde, bir bayrak gibi.
Annesi böyle eğile büküle soyunurken cibinliğe ne gerek olduğuna takılmıştı bir ara. “Ne diye koydun o zaman cibinliği yatağın tepesine. Üşengeç karı n’olcak,” derdi, annesi çorabı çıkarır çıkarmaz. Ayaklardan başka bir bok görememenin siniriyle... Bir sabah herkesten önce uyandığında tülün sımsıkı kapalı olduğunu gördü. Gece annesi yine yorganın altında soyunmuştu oysa. Fazla düşünmesine gerek kalmadı. Bir hafta kadar sonra, babası yattığı yerden elini uzatıp tülü çekince aklı erer gibi oldu cibinliğin kerametine. Ama hiç bakamadı, babasından ödü kopardı. Gıcırtıları dinleyerek uyuyakalmıştı.
Döşeğin sarsıldığını hissetti. Kolunun üstünde doğrulup Ömer abisinin yüzüne baktı. Sarsıntı onun tarafından geliyordu. Abisi uyuyordu. Ağzı aralık, soluğu sıktı. Sağ omzu öne arkaya gidip geliyordu. Yorganı aralayıp içine baktı. Abisi elini önüne koymuş, ovuşturup duruyordu. Başını yastığa attı. Tavana bakarken derin bir iç çekip, “Yaz gelse,” dedi.
Yaz geldi. Hava çok sıcaktı. Toprak yollardan adım bastıkça sarı tozlar saçılıyordu. Köpekler dilleri bir karış dışarıda geziyor, kimse kasketinin içine bir mendil yerleştirmeden sokağa adımını atmıyordu. Her yerde sıcak ve tembellik vardı. Hasan ilk kez böyle bir sıcağı görmüştü. “Küresel ısınma varmış,” diyorlardı, “kutup ayıları bile, hem de onca buzun karın içinde patır patır ölüyormuş sıcaktan.” Yine de yaz daha güzel, diye düşünüyordu Hasan, avluda oturmuş, alnındaki terleri silerken. Okul belasından da kurtulduk.
“Turistler gelmiş.” Dursun evlerinin önünden koşarken avazı çıktığı kadar bağırıyordu. “Turistler gelmiş, Alamanlar gelmiş.”
Hızla doğrulup kalktı, Dursun’un peşine takıldı. “Ne zaman, heyy, nerdeler lan?” Dursun koşmasına ara vermeden bağırdı: “Koş koş, kahvenin önündelermiş.”
Köyün çocukları turistlere rehberlik ederdi bazen. İş çocuklara düşerdi. Büyükler ya turistlerin verdiği ufak paralara hiç gönül indirmez, kahvede okeye dönmeyi yeğler ya da kendilerine, “Şuncacık para için çoluk çocuğun elinden iş kapmaya çalışıyor,” dedirtmek istemezlerdi. Kışın tek tük gelirdi bu turistler. Yazın da bir gelirlerdi ki, sürüsüne bereket. Memleketlerinde dağ taş kalmamış, hepten yokmuş gibi otobüslere doluşur, nerede yeşillik görseler yayılır, nerede tepe görseler semersiz eşekler gibi, akılsız keçiler gibi seke seke tırmanırlardı. Kimisi de kafaya kaskı geçirir, komik bir kayığın içinde sulara bata çıka küreğe asılırdı.
Hasan meydana yetiştiğinde çocuklar turistlerin çoğunu aralarında bölüşmüş, küçük gruplar halinde yola çıkmışlardı bile. Hasan Dursun’un yanına geçti. İkisi de soluk solluğa kalmıştı. Birbirlerine bakıp gülüştüler.
Muhtar henüz turist kapamamış olanlara emirler yağdırıyordu. “Sen şu beşini al fındıklığa götür, sen de şu çiroz karıyla herifini al, çaya bakacaklarmış.” Dursun’a döndü sonra. “Bu dümbelekler sana Dursun, dağa tırmanacaksınız, yalnız şu ucundan götürcen, Hasan’ı beriki yamaçtan yollıycam ki ikiniz de nasiplenin.” Son üçü Hasan’a kalmıştı. Üç çirkin, sarı kadın... “Hadi sen de al götür bunları bakayım, karılar düştü şansına, köftehor seni. Çabuk olacaksın ha, ayağına tez ol ki dönüp iki gözleme yemeye vakitleri kalsın, biz de nasiplenelim azcık, di mi ya...” Ellerini ağzının önünde borazan yapıp, turistlerin önünde yürüyen öbür çocuklara seslendi. “Paranın hepsini cebine atan bir daha nah bulur turisti!” Hasan’a döndü sonra: “Tamam mı lan!” “Tamam, anladık,” diye geveledi ağzının içinde.
“Kam piliz,” deyince Hasan, Muhtar kahkahayı bastı. “Alman lan bunlar!” Daha devam edecekti ki, kadınlardan biri gülümseyerek Hasan’a baktı: “Tenk yu.” Ha bakayım anlar mıymış anlamaz mı Muhtar efendi, dedi Hasan içinden.
O önde, kadınlar arkada yola düştüler. Kadınlardan biri epey yaşlıydı. Yüzü kırış buruştu. Dökülmüş saçlarının arasından kafasının derisi görünüyor, güneşin altında parlıyordu. “Nenemden yaşlı, şort giymiş haspa.” Buruşuk derisi diz kapaklarının çevresinde öbek öbek toplanmış, aşağılara sarkıyordu. Öbür ikisi de yeni gelin değildi gerçi. Üçü de birbirinden çirkindi aslına bakarsan. Tenk yu, diyerek muhtarı bozum edeni hele dev anası gibiydi. Kollar pehlivan kolu, göbek bir metre ötede, kıçı kamyon kadar... Köftehormuş, karı mı lan bunlar! Dev anasının koca çerçeveli, sarı-gri camlı gözlükleri yüzünün yarısını kaplıyor, iki sapına takılı uzun zincir, kadın yürüdükçe şıngırdıyordu. Adı Suzan’mış. Susuuun, gibisinden bir şey demişti Hasan sorunca, aklında tutamadı, Suzan diye belledi kadının adını. Dudaksız, çizgi gibi ağzı, kısacık saçları, en küçük bir kıvrım olmayan vücuduyla kadından çok erkeğe benzeyenin adı Anna’ydı. Moruğun adını hiç anlamadı.
Sonunda yamaca vardılar. Önde Hasan, çalılara tutunarak tırmanmaya başladılar. Bir süre tırmandıktan sonra arkasından seslendiklerini duydu. Kadınlardan ikisi ellerini dizlerine dayamış, öne doğru eğilmiş, oflayıp pufluyordu. Suzan bir taşın üzerine oturmuştu. Gözlüklerini çıkarıp göğüslerinin üzerine salmış, kâğıt mendille boynundaki terleri siliyordu. Muhtarın dedikleri geldi Hasan’ın aklına, bir an önce köye dönüp kadınları kahveye tıkmalıydı.
Eliyle gel işareti yapıp, “Kam on,” dedi. Anna elindeki su şişesini fırlattı, sırt çantasından bir başkasını çıkardı. Kafasını önüne eğip suyla ıslattı. Suzan da tıslaya tıslaya kalkınca yola koyuldular. Beş adım gitmemişlerdi ki yeniden seslendiler Hasan’a. Hepsi yere yığılmış, iki seksen uzanıvermişti taşın toprağın içine. Yanlarına gitti, tepelerinde dikilip ne yapacağını bilmez halde beklemeye başladı. Kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlardı. Suzan elbisesinin eteklerinin açılmasına, beyaz, tombul bacaklarını Hasan’ın görmesine hiç aldırmadan, rahat hareketlerle doğruldu, ayağa kalkamayınca elini Hasan’a uzatıp ondan yardım alarak güç bela kalktı. Hâlâ yerde yatan kadınları gösterip yok anlamında ellerini iki yana salladı.
Bu sefer ikisi başladı tırmanmaya. Hasan da yorulmuştu epey. Bazen öne geçti, bazen yan yanaydılar, bazen arkasında kaldı. Arkada olduğu zamanlarda, Suzan’ın mavi üzerine sarı çiçekli eteğinin altında o yana bu yana sallanan, hoplayıp zıplayan kalçalarını seyretti. Tam kıçının olduğu yerde elbisenin kumaşı aşağı doğu bir çizgi halindeydi. Çizgiden gözlerini ayıramıyordu Hasan. Gitgide daha sık arkada kalmaya başladı, bir zaman sonra öne geçmeyi hepten bıraktı.
Daha önce tırmananların düzayak ettikleri dar şeritten emekler gibi ilerleyen Suzan’ın tam arkasındaydı. Elinin altındaki taşlar yuvarlanınca, yerde sürüklenerek bir iki metre aşağıya kaydı. Suzan sesi duyunca arkasını dönüp baktı, tehlikeli bir durum olmadığını anlayınca tırmanmaya devam etti. Hasan acıyan dizini ovuşturarak kafasını kaldırdığında Suzan’ın beyaz külotunu gördü. Gözleri fal taşı gibi açıldı, her şey tabak gibi önündeydi. Başını eğip otlara tutunarak ilerledi. Biraz bekleyip yeniden başını kaldırdı. Beyaz külotu hâlâ görebiliyordu. Aradaki mesafeyi bozmamaya dikkat ederek gözü beyazlıkta tırmanmaya devam etti. Bacakları titriyordu. Elini uzatıp değmek için o an canını bile verirdi. Yutkuna yutkuna tırmanıyordu, gözü kadının apış arasında. Bir kere ellesem, bir kere ellesem... Gideyim arkasından sarılayım, diye geçiriyordu aklından; sonra koşar kaçarım, Allah’ın Alamanı, bir daha beni nerde bulacak. Ya sonra Muhtar’a derse, o da babama?.. Döve döve öldürür valla beni, valla da öldürür billa da öldürür... E, biraz önce canımı veririm diyordun... Hemen ölmek başka, sopa altında bağıra bağıra başka... Böyle düşüne düşüne, karar vere vazgeçe iyice yaklaştı kadına. Hasan hiç umurunda değildi Suzan’ın. Tüm dikkatini tutunacak bir şeyler bulmaya vermişti. Hasan bu defa kadının kıçının o kadar yakınındaydı ki, aşağıdan bakmaya gerek kalmıyordu. Kafasını iyice yere yapıştırmıştı, taşların sivri uçları yüzünü çiziyor, bereliyordu. Hasan hissetmiyordu yüzünün acısını. Beyaz külottan başa hiçbir şey yoktu aklında. Tırmanışı bitirmek üzereydiler. Birkaç adım sonra Suzan tepeye çıkıp doğrulmuş olacaktı.
Kulakları uğuldar, gözlerinin önünde siyah küçük benekler uçuşurken kolunu öne doğru uzattı. Filmlerde gördüğü, ağır çekim hareket eden adamlara benzetti kendini, kendisini sanki dışarıdan başka biriymiş gibi izliyordu. Vazgeçti. Kolunu çekip kafasının üstüne koydu. Nefes nefeseydi. Suzan ilerlemişti, çok az kalmıştı, arkasından sürünerek yaklaştı. Yine kolunu uzattı öne doğru, kolu havada kaldı, cesaretini toplayabilmiş değildi. Suzan’ın son adımını atmak üzere olduğunu gördü. Bir dizini ileri uzatmış, yere bastırdığı ellerinden kuvvet alarak geride kalan ayağını yukarı çekmeye uğraşıyordu. Hasan vücudunu öne doğru kaydırdı, elini birden kadının beyaz küloduna uzattı, tüm gücüyle sıktı eline gelen şeyi. Kadın keskin bir çığlık atıp bacaklarını kıstı. Hızla arkasına dönerken Hasan’ın kadının apış arasındaki kolu buruldu, Ahh! diye bağırdı. Acıyla zevkin karışımı bir ‘Ahh!’tı bu. Suzan, Hasan’ın yüzüne okkalı bir tokat savurdu. Tokatın sesi Hasan’ın kulaklarında yankılandı. Yüzünü yere gömüp ağlamaya başladı. Bağıra çağıra, ağzından salyalar, burnundan sümükler saçarak ağlıyordu. Suzan hâlâ bağırıyordu. Kadının öfkeli bağırışları arasında ellerini yumruk yapmış, yeri döve döve ağlıyordu. Böyle ne kadar ağladığını bilemedi. Kadının elini başında hissetti sonra. Kısık sesle bir şeyler söylüyor, bir yandan saçlarını okşuyordu. Utandı. Çok utandı. Kadın elleriyle tutup yüzünü kaldırmaya çalıştıkça daha çok utandı. Yüzünü taşlara, otlara daha da gömdü. Suzan uğraşa didine Hasan’ın kıpkırmızı yüzünü kaldırdı. Kollarından, sırtından çekip oturttu. Bebeğini uyutmaya çalışan bir anne gibi, Hasan kollarının arasında, başı göğsünde öne arkaya sallanırken, “şişşş, şişşş” diyordu. Hasan içini çeke çeke, hıçkıra hıçkıra ağlarken, yanağının altında hissettiği çıplak tenin yumuşaklığına hayret etti.
Yeni yorum gönder