Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Öykü

Öykü

Yüzleşme



Toplam oy: 686

– Çıkmıyor... Hâlâ ellerimde. Tırnaklarımın içinde kurumuş, topak topak olmuş!
– Hep rol, hep trajedi. Leydi Macbeth karşınızda! Çıkmış. Ellerin tertemiz. Hepsi burada, üzerimde hala. Ve yerde. Ve şilte içti çoğunu.
– İnanmıyorum sana, aynaya bakmam lazım.
– Yüreğin yetmez.
– Sus artık.
– Orman hareketlenmiş, sana doğru geliyor. Ağaçlar seni boğacak, ağaçlar seni boğacak.
– Sus dedim sana!

Üçüncü günün sonu, artık dışarı çıkmam lazım. Hava hâlâ turuncu, pencereden dışarı yan gözle bakıyorum, sulu, bal tadında bir şeftali düşüyor aklıma. Üç gündür ilk defa bir şey yemek istiyorum. Duyularım keskin mi keskin. Bir renk kırıntısı seslerin kapısını açıyor, kapının ardında bir fısıltı koca bir sese dönüşüyor, ses çıplak göğüslerimi okşamaya başlıyor ılık ılık. Giyinemiyorum bir türlü. Mıhlanıp kalıyorum olduğum yerde. Oysa giyiversem onun gömleklerinden birini, sokuversem eteğin içine, örtsem göğüslerimi ve ayıbımı, çıkıp gitsem. Bu kadar mı zor? Kıyamet onlar yüzünden koptu ya, göğüslerimi düşünmek istemiyorum. Yine de üç gündür göğüslerim ortada geziyorum evin içinde.

– Allahtan küçükler, yoksa çoktan sarkarlardı. Yine de eskisi kadar diri değiller tabii.
– Niçin söyledin şimdi bunu? Hiç saklamadım ki yaşımı.
– Saklasaydın keşke, inanmış gibi yapardım, o zaman söyleyemezdim sarktıklarını. Madem ki yaşımız, görüntümüz konusunda dürüstüz, al sana dürüstlük.
– Piçin tekisin.
– Hiç yakışmıyor senin gibi hanımefendiye bu laflar. Gençler acımasızdır, unuttun mu? Hem artık görüşmeyelim diyorum.

Laf lafı kovaladı, canım yandıkça yandı. Sevişme sonrası ağzımda kalan güzelim tat ekşidi, pis bir koku saldı. Bende bunlar olurken, onun ağzı hep oynuyordu. Her biri en acıtacak yerlerime isabet eden taşlar fırlatan bir katapult oldu çıktı o güzelim ağız. Bütün uzuvlarım kendi başlarına hareket eder oldu birden. Gözlerim kırpıştı, başladılar ağlamaya, başım sağa sola sallandı, ayaklarım yatağı dövdü, elim ise komodinin üzerindeki koca makasa uzandı. Hep orada tutardı onu. Bildiğin dikiş makası, oysa düğme bile dikemezdi. Şeytan tırnaklarını, saçındaki kırıkları hep bu heyula ile keserdi, hep de yatakta yapardı bu işleri. Bu hareketleri bile azdırırdı beni, bir daha sevişirdik.

Eteğe hiç kan sıçramamıştı neyse ki. Defalarca yıkandım. Hep odaya dönüyorum, mecburum, evdeki tek ayna orada. Ayna olmasaydı da girerdim odaya. Dünden beri yataktan yayılan o kerih koku odanın dışına çıkmak üzere artık. Sınırda bekliyor, bir sonraki odaya sızacak, çok yakında evin tamamını ele geçirecek, beni ele verecek. Komşuların burunlarına ulaşmaya çalışıyor sinsi sinsi ama vakti var daha, yeterince güçlü değil henüz, beni yenemez. Seviyorum bu kokuyu. Ne de olsa onun kokusu, hiçbir sevişmeyle inemediğim derinliklerden geliyor. Terinin kokusunu severdim, türlü türlü hallerinin rayihasını çekerdim içime ama kanı başımı döndürüyor. Yeterince uzun süre soluyunca kerih ve kandırıcı üst tabakanın altından onun mis kokusu ulaşıyor burnuma, yaşarken hiç varamadığım özü bu.

Yatağa bakamıyorum. Güya bir gömlek geçireceğim üstüme, saçımı tarayacağım, aynaya şöyle bir bakacağım ve çıkıp gideceğim bu evden. Olmuyor bir türlü. Aynaya bakmak, yatağa bakmaktan daha zor. O mendebur önce yatağı gösterecek, sonra sarkan göğüslerimi, en son bir katilin gözleriyle baş başa bırakacak beni. Yüzleşme. Bunları yapamasın diye önünde dikiliyorum ama pencereden dışarı bakıyorum. Dakikalardır saçlarımı fırçalıyorum. Canım acıyor, yine de duramıyorum. Ancak bakışlar atmalıyım aynaya, etkisine girmeyecek kadar kısa ama yüzümde, elimde kan var mı bakacak kadar uzun olmalı, zor iş. Üç gündür başaramadım.

– Aynaları sevmez misin?
– Çok severim.
– Nasıl sevgi bu? Banyonda bile ayna yok, bir bu yatak odandaki var.
– Sevişirken bakmayı seviyorum kendime, çırılçıplakken, hayvana, vahşiye dönmüşken. Gerçekte ne olduğumuzu hatırlatıyor bana.
– Ben sevmiyorum çıplakken kendime bakmayı. Hayvan ya da vahşi olduğumu da düşünmüyorum.
– Allahtan küçük göğüslerin, yoksa çoktan sarkarlardı. Yine de eskisi kadar diri değiller tabii.

Duyularım, hislerim çok keskin. Yalan söylüyor bana. Henüz görmesem de, bir yerlerimde kanı var, biliyorum. Saçlarımı iyi taramalıyım. Bir kadının başına bir felaket geldiğinde en çok onlar belli eder durumu; kurur, ağarır, dağılır, dökülürler. Düzgün olmalı saçlarım. Hava hala turuncu, biraz daha beklemeli, maviler ve grilerle birlikte çıkmalı evden. Onlar dosttur insana, sır saklarlar, ayıp örterler. Şimdi şöyle sulu bir şeftali olsa, bal gibi tatlı... Boyu artık pencereye varan ağacın dallarından biri değip duruyor cama, sinir bozucu bu tıkırtıdan başka bir şey duyulmuyor. Aynaya bakmalıyım. Bakmadan çıkarsam yakalayacaklar beni, biliyorum. Küçücüktü bu ağaç, ne vakit bu kadar boy attı? Ses büyüyor gittikçe, kan kokusunu, turuncuyu ve aynayı da yanına almış. Aynaya bakmalıyım, çabucak. Sanki omuzuma uzun parmaklarından biri ile tıp tıp dokunan, hesap soracak bir ihtiyar var pencerenin hemen dışında: “Ne yaptın sen bakayım?”

– Orman hareketlenmiş, sana doğru geliyor. Ağaçlar seni boğacak, ağaçlar seni boğacak.
– Aynadan sana bakmadığım sürece sorun yok. Görmüyorsam seni, yoksun demektir.
– Kimsenin yaptığı yanına kalmaz.
– Evet, bak, senin kalmadı işte.
– Ben sadece öldüm, bu herkese olur ama sen deliriyorsun, işte bu ender bulunan bir meziyet.
– Sus dedim sana!

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Öykü Yazıları

Anlatmaya devam ediyordu. Gecenin başından beri konuşuyordu. Gözlerimizi açmış dinliyorduk. Dediğini ilginç kılan insanlardandı. O gelmeden önce canımız sıkılmıştı. Birileri aşk acılarından söz etti ama kimsenin aşk acısı ötekinin ilgisini çekmiyordu.

 

Ben bir tane daha alayım. Hepsini nasıl içti anlayamadan, bir tane daha. Sonra bir tane, bir tane daha. Hepsi birden içiyor, birbiriyle yarışır gibi. Herkesin elinde sigara. Önüme bakıyorum. Elimde telefonun kılıfı, yarım saattir çevirip duruyorum. Biraz daha dikkatli olmaya çalışıyorlar, pek rahat değiller.

 

Sizin hiç kendinizi çok komik bulduğunuz oluyor mu? Benim oluyor. Oluyor da bazı herkeslerden utanıyorum. Bazı da birdenbire gülmelere tutuluyorum. Bana komikliğimi yaşatan olayların birbiri peşinden geldiği de oluyor.

 

“Aaa… Camı boyuyor! Yasak değil mi?”

 

Karşı vagonda bir adam cama resim çiziyor. Boyaları çoktan dökülmüş, paslanmış, eski bir tren. Aralık perdelerden görünen vagonların içiyse rengârenk. Bizimkiler gibi bir örnek değil hiçbiri. Usta fırça darbeleriyle bir manzara şekilleniyor camda. Dağlar, bulutlar, bir ağaç, bir tane daha...

Mutlu sonlara bayılırım.


Gerçekten de bir son gerekliyse, mutlu olmasından yana oldum hep... Ne acılar içinde kıvranan bir kadına dayanabildi yüreğim ne de umutsuz bir erkeğin intiharıyla sonuçlanan bir romana.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.