“Şehrin neresinde olursak olalım, ister evden işe koşturalım, ister dost akraba ziyaretine gidelim, okuldan dönüyor olalım ya da bir cenazede sessizce düşünüyor olalım, bu merkezin hayali, kafamızın içinde hayatımıza bir çeşit, bir istek ve anlam vererek ışıldar durur. Orada, hayal ettiğimiz o yerde asıl hayat vardır. Oraya doğru gidilmelidir. Şehrin ve yaşamak istediğimiz asıl hayatın şiddeti ve yoğunluğu o sokaklarda, o meydanlarda, oradaki binalarda, parklarda, kaldırımlardadır. Hayatımız hakkındaki isteklerimize, onu yaşayış ve anlamlandırış şeklimize, geçmişimiz dediğimiz hikayeyle geleceğimiz dediğimiz umuda göre bu hayali şehir merkezi hepimiz için değişik bir yer olur. Benim için İstanbul’un hayali merkezi Beyoğlu’dur.”
Orhan Pamuk’un deyimiyle şehrin, İstanbul’un bu “hayali merkezi,” şehirdeki herkes gibi yazarları da benzer şekilde etkiler ve bu etkilenmenin izleri hiç kuşkusuz eserlerine yansır. Bir zamanlar en güzel kıyafetlerle gidilen ve bununla övünülen, daha sonraları sürekli bir telaş içinde başka bir şeye dönüşen bu yerleşim yerinin Türkçe edebiyat içerisindeki yeri ortada. İşte onlardan bazıları...
"On beş sene ki geceyi Beyoğlu’nda geçirdiğim vaki olmadı"
Halit Ziya, günümüzde çokça duyduğumuz, “bizim zamanımızda. . . ” ile başlayan cümlelerin yazınsal dayanağı gibi. Mai ve Siyah’tan: “Ahmet Şevki Efendi akşamüstü bir aralık sahib-i imtiyazın (imtiyaz sahibinin) odasına girdi, aynanın karşısına geçti, arkasından takip eden Ahmet Cemil’e aynanın içinden lakırdı (söz) söylerek: On beş sene oluyor, evet tam on beş sene ki geceyi Beyoğlu’nda geçirdiğim vaki olmadı, diyordu. Biraz boyun bağıma, fesime, endamıma çeki düzen vereyim… “
Taksim’de, şiir okunan bir bahçe, Taksim Bahçesi: “O zaman birden aklına bir gün arkadaşlarıyla Taksim Bahçesi’nde ellerine ilk aldıkları şiir mecmuasından okudukları parça geldi. Hafızasında nasıl kalmışsa öyle tekrar etti: “Mezaristanım (mezarlığım) başka bir hayat hengamesinin (kavgasının) mahvolmuş kuvvetleriyle dolu, fakat henüz ölülerimin silsilesi (zinciri) bitmiş olmadı.”
“1850’lerde Beyoğlu’na kurtlar inerdi!”
Yine, Beyoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar’a “hamlesi yarı yolda kalmış Paris taklidiyle hayatımızın yoksulluğunu” hatırlatırken, Ahmed Midhat Efendi’nin anlattığı Beyoğlu, fantastik bir romanın, devamını bir çırpıda okumamızı sağlayacak ilk cümlesi gibi: “1850’lerde Beyoğlu’na kurtlar inerdi!”
"Küçücük Taksim meydanı geçildikten sonra..."
Abdülhak Şinasi Hisar, Kondordia Tiyatrosu’nu şehrin hafızasına not düşerken, kahramanımız şehre yabancılaşır: “O zamanlar Beyoğlu geceleri Tünel'den Halep Çarşısına kadar canlı ve eğlenceliydi. Elektrik yok, havagazı vardı. Barlar, sinemalar yok, lokantalar ve çalgılı gazinolar vardı. Otomobiller yok, ucuz faytonlar, kupalar vardı. Elhamra sinemasının yerinde, üst katta -merdiven başlarında şekilleri değiştirici ve güldürücü aynalarıyla- Palais De Cristal kafe şantanı ve karşısında, şimdi, kırmızı Saint-Antoine kilisesinin olduğu yerde, Konkordia tiyatrosu vardı. Halep çarşısından itibaren Taksim'e kadar nispeten daha tenha ve karanlık bir mıntıka başlar ve ortasında büyük ağacı ve bunun yanındaki Hamidiye çeşmesiyle küçücük Taksim meydanı geçildikten sonra, seyrek ve hafif ışıkların yarı gösterdiği babayani ve karanlıkça bir yol Şişli'ye kadar uzardı.”
“İnsanlar gibi şehirler de nasıl değişiyor! Hatıralarımız hakikatleri görüp de tanıyamıyor, hatıralarımın sarayları şimdi gördüğüm mahallelere sığamıyor, kubbeleri hâlâ eski velvelelerle dolup taşıyor ve etrafımdaki şehir bana yabancılaşmış görünüyor."
"Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu"
Yusuf Atılgan ‘ın Aylak Adam’ı, “sinemadan çıkmış insanın” varlığını Beyoğlu sinemalarında fark eder: “Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.”
Biri olsun "Yakup!" diye seslenmedi hiç
Edip Cansever, “entelektüel meyhane” Beyoğlu Yakup 2 Meyhanesi’nin Yakup’unu kurmacanın içine çeker.
Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup
Bunu kendine üç kere söyledi
Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar
O kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşırdım
Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli
Daha hiç çağrılmadım
Biri olsun "Yakup!" diye seslenmedi hiç
Yakup!
Şimdi sıra bu hayali merkezin “iki bin”lerinin edebiyatımızda nasıl yer bulacağını beklemekte. Ne dersiniz, belki de C. kendini ilk defa bir yere ait hissetmiştir?
Yeni yorum gönder