Bruno Schulz, Lehçe Edebiyatın en büyük yazarlarından biri olarak kabul edilmesinin yanında özellikle son yıllarda postmodern metinlerin rağbet görmesiyle birlikte Avrupa’da adı yeniden anılmaya başlayan bir yazar. 1892 yılında Drohobycz’da doğan yazar, dönemin şartları göz önünde bulundurulduğunda Yahudi kimliğinin de getirdiği birtakım sorunlar nedeniyle zorlu bir çocukluk geçirmiş. Yaşadığı coğrafyanın entelektüel bir auraya sahip olması, onun için bir şans olmuş. Alanında yetkin isimlerden dini bağlamı olan sanat ve felsefe dersleri almış. Yazarın 1934 yılında çıkan Tarçın Dükkânları adlı eseri, dönemin ruhunu tüm teferruatlarıyla yansıtması bakımından önem arz eder. Bugün dahi söz konusu eser, sadece edebi açıdan değil, dönemin ve coğrafyanın sosyolojik dokusunu yansıtması bakımından da bir kaynak olma işlevi görmekte, akademik çalışmalara katkı sunmaktadır.
MODERN ZAMANLA PARADOKSAL İLİŞKİLER
Schulz’un yaşadığı şehir, onun hayatı ve eserleri açısından çok hayati bir konumu teşkil eder. Zira çizim öğretmenliği yaptığı okul, evvela Kızıl Ordu neferlerince akabinde ise Naziler tarafından ele geçirilmiş ve üs olarak kullanılmıştır. Naziler Bruno’yu “faydalı Yahudi” kategorisine dahil edip ona Naziler’e propaganda malzemesi olacak resimler çizdirmişlerdir. 1942 yılında yaşadığı gettoda Nazilerce katledildiği güne kadar çeşitli resimler çizen Bruno, “faydalı Yahudi” sıfatıyla sözde taltif edilmesi neticesinde yakın çevresindekiler tarafından da eleştirilmiştir.
Bruno’nun edebiyat kamuoyu tarafından geç keşfedilmesinin başlıca sebebi Kafka’nın gölgesidir. Kafka’nın hem çevirmenliğini yapması ve hem de Kafkaesk anlayışı benimseyip ondan ilham aldığını belirtmesi bu durumda etkili olmuştur. Schulz, gerçeğin dönüşümünün ötesinde, büyülü gerçeklik akımı tesirinde kalarak 1937 yılında yazdığı Kum Saati Burcundaki Sanatoryum eseriyle özgünlüğünü kanıtlamış; ardından Kafka’nın hayaleti onu bir süreliğine rahat bırakmıştır.
Schulz’un eserlerinde kurgudan ziyade atıfta bulunulan hikâyelerin modern zamanlar ile olan paradoksal ilişkileri ön plandadır. Bu bağlamda Tevrat’ın ve diğer dini metinlerin içeriğine yabancı olanlar için postmodern panoramayı, hem dekor hem zaman mefhumu açısından takip etmek ve kavramak çaba gerektirir.
Schulz kalıntılar üzerine kafa yoran bir yazardır. Kimlik bunalımı, geçmiş travması ve aidiyet meselesine dair içinde bulunduğu melankolik ruh haline bir deva aramıştır. Paranoya, rüya ile gerçek arasında bocalama onun kodlarına işlemiştir.
Schulz için ‘baba’ önemli bir figürdür. Ona göre baba, hem Tanrı’nın, hem otoritenin, hem de şefkatin timsalidir. Eserlerindeki baba-oğul arasındaki ilişkinin biçimini de bu teslise uyarak tanzim eder. Onun nazarında modern zamanlardaki baba ile oğul ilişkisi zoraki bir birliktelik ve güç savaşıdır. Zira değişen dünya, babayı kutsal bir motif olmaktan çıkarmış, sıradanlaştırmıştır. Babanın kudreti, oğulun birey olarak özgürlüğünün başladığı yere kadardır. Bu da baba- oğul arasındaki temel yasaların kökten sarsılması demektir. Fakat Tevrat’taki baba müstesna bir konumdadır, gökseldir. Yakup ve Yusuf kıssasındaki haliyle ortada gerçek, kutsal bir ilişki türü vardır. Schulz, bu iki zamandaki bağı, mukayese edip, bu tenakkuzdan sarsıcı bir metin şerhi devşirmiştir. Bu dramanın içinde ise reddiyeler, günah çıkarmalar, umutlar, çaresizlikler ve öte âlem ile kurulan batini bir temas vardır. Son tahlilde baba-oğul meselesi, birçok konuda olduğu gibi müphem ve girift bir haldedir.
GÖLGE ALT METİNLER
Schulz’un metinlerinde üst kurmacayı an be an takip eden gölge alt metinler vardır. Bu metinler, kurmacanın akışına göre ikizleşebilirler. Schulz, bu noktada kurmacalardaki boşlukları doldurmak için iki başat kaynağı öne çıkarır. Bunlardan ilki Yahudi inancının batıni halini temsil eden akımlardır. Kabalistik öğeler ön plandadır. Schulz, batıni terminolojide yer alan kavramları kimi zaman bilinç akışı tekniğiyle yaşadığı döneme naklederek burada yaratılış ile mitolojiyi birleştirerek ilginç değerlendirmeler yapmıştır. İkinci kaynak ise Freudyen bakış açısı ve buna bağlı olarak regresyon yani kaynağa inme meselesidir. Yazarın çocukluk ve aile kavramlarını sık kullanması ve geçmişin karabasanları ile yaşama uğraşı bu noktada önemlidir. Schulz, kalıntılar üzerine kafa yoran bir yazardır. Birçok Yahudi yazarın yaşadığı kimlik bunalımı, geçmiş travması ve aidiyet meselesine dair içinde bulunduğu melankolik ruh haline bir deva aramıştır. Bu ilacın yerinin ise kutsal denizin dibi olduğunu düşünmüştür. Fakat göze aldığı her derin dalışın sonunda yüzeye çıkarken zihninde daha fazla soru olmuştur. Schulz, bu soruları ve bulduğunu sandığı cevapları abartılı ve uzun tasvirlerle ifade etmeyi sever. İçgüdüsel olarak sürekli kaybolduğunu sanma hissi, can güvenliği korkusu, paranoya, rüya ile gerçek arasında bocalama gibi haller onun karakterlerinin temel kodlarına işlemiştir.
Schulz, zaman mefhumunu da realist kurgulardaki halinden çok farklı bir şekilde işlemiştir. Zembereği kırılmış bir saatin tam merkezine konan hikâyeler, olayların neden- sonuç ilişkisi dışında bağımsız bir şekilde akar, fakat akışın yönü ileriye olduğu gibi sağa, sola ve geriye de olabilir. Bazen ise zaman, buharlaşıp yok olabilir.
Schulz’un eserlerinde aile, aşk, sanat, mahalle, kimlik, zaaflar, rüyalar ve din, özgün ağırlıkları olan kavramlardır. Schulz, zihninden başlayıp köklerine kadar arkeolojik kazılar yapmayı seven bir yazardır. Açtığı kuyunun dibinde gördüğü dünya, yaşadığı dünyanın hayaletidir.
Yeni yorum gönder