Yazının başlığı da methiye cephesini epeyce açığa çıkarıyor ama en sonda ulaşmam gereken yargıyı en başa taşıyarak atayım ilk adımı: Türkçe yazılan ya da Türkçeye çevrilen kalburüstü bütün tarihî romanları okuduğunu varsayan, kendisi de az çok ilgi görmüş hacimli üç örnekle bu alana katkıda bulunan biri olarak, bugüne dek Moğol Kurdu’ndan daha iyisine rastlamadım. Zorlasam, aynı kıratta en fazla bir iki roman daha koyabilirim yanına.
Kızgınlığımı da eklemeliyim bu kanaate. Cengiz Han mı olmalıydı yani, gözümde böyle bir pâyeye ulaşan bir eserin kahramanı? “Ah ulan Homeric!” dedim, birkaç kez içimden; “Yazacak başka adam mı bulamadın? Kısmet okunu eline alıp cani diye nitelenen birini mi aradın? Hadi onu seçtin, fakat el insaf; yüzlerce beldeyi mahveden, binlerce ocağı söndüren, yeryüzünü kana beleyen bu bozkır kurdunu bu kadar güzel anlatmak zorunda mıydın?”
Kitabın ilk baskıları yayınevi tarafından Anı Roman gibi ikili ve ilginç bir başlık altında sunulmuş. Üşenmeyip baktım; sonradan Romanlar kategorisine dâhil etmişler. Yazarı Homeric hakkında da fazla bir bilgiye sahip değiliz. Müstear elbette bu, asıl adı Frederic Dion. 1954 doğumlu yazar, ünü henüz yeteneğiyle örtüşmeyen yazarlara verilen Prix Medicis’i -yayımlandığı yıl- kazanan Moğol Kurdu dışında, aynı başarıyı yakalayamayan iki kitap daha yazmış.
Çok sayıda “kısım”dan müteşekkil üç ana bölüme ayrılıyor roman. Sonuna da kitap sayısı otuzu bile bulmayan bir Kaynakça, yirmi üç kelimelik bir Sözlük, tek sayfalık bir Soyağacı ve iki harita eklenmiş. Tarihî romanların çoğunda rastladığımız kusurlardan yakasını kurtaramamış olsa da nefis üslubu ve atmosfer kurmadaki yetkinliğiyle daha ilk sayfalarda dikkatimizi celbeden roman, hacim olarak da tadında bırakılmış.
Yeryüzünü yutan kan
Borçu, romanın hem anlatıcısı hem de Temuçin’e refakat eden ikinci büyük kahramanı. Sondaki sözlüğün en başında yer alan anda kelimesiyle karşılanıyor ona yakınlığı; 1155 - 1227 yılları arasında yaşayan Cengiz Han’ın kan kardeşi yani. Gerçekte de öyle. Moğol Kurdu’nun 4 büyük generalinden biri bu adam. Ulan Batur’da heykelini dikmiş soydaşları. Çocuk sayılacak yaşlarda karşılaşıp kan kardeşi olduğu Temuçin’i, çok yaşlanıp da iki ayağı birden çukura girmek üzereyken anlattırıyor ona Homeric.
Saf ve sadık Borçu, akranı / andası Temuçin’in, Cengiz Han’a nasıl dönüştüğünü hikâyeleştiriyor bir yönüyle. Yeri geldikçe; vahşet, iğrençlik ve edepsizlik içeren pasajlar, cümleler de üleştiriliyor sayfalara. Aralarında İbnü’l-Esir’in de bulunduğu pek çok tarihçinin “tarihte eşi benzeri görülmemiş bir bela” olarak nitelediği Moğol istilasının, dünyanın en azından yarısını irkilten o meş’um ve menfur yayılışın zembereğini kuran adam sonuçta Temuçin. Şimdilerde, bazı kitap ve filmlerde daha çok dehasının, savaş stratejisiyle ilintilendirilen uygulamalarının, ailesine ve halkına bağlılığının altı çizilse de gövdesini tümüyle kan çanağına batıran ve bu kanın çoğaltılmasına, yeryüzünü yutmasına yol açan adam. Hem dâhi hem de canî.
Homeric, kimi zaman Doğulu bir şövalye kimi zaman da feleğin her türlü çemberinden geçmiş bir bilge gibi konuşturuyor Borçu’yu. Hem eli kanlanmış hem de dili ballanmış bir kahraman tafrasıyla söz alıyor adam romanda. Bu aktarımda ilkelliğe ve iğrençliğe çalışan detaylar bile edebî bir süsle arzı endam ediyor, alçaklık ve hayınlık dahi kan ve pislik içinde ışıldayan bir şiiriyet kazanıyor.
Mezarının nerede olduğu kimseye söylenmiyor
Uyanık, cesur ve konuşkan Borçu, bıyıkları terlemeye koyulmuş bir veletken, bir at hırsızlığı sayesinde tanışıyor Temuçin’le. Babasına ait araziye giren ve sekiz at süren dört adam görüp görmediğini soran genç başbuğ adayına, hırsızları bulması için izcilik yapmayı öneriyor: “İkimizin başından da aynı sayıda, on altı bahar geçmişti; ancak karşı karşıya kaldığı tehlikelerden midir bilmem, benden çok daha olgun görünüyordu. Gökten düşmüş bir kaya gibi, yoğun, güçlü, ateş gibi ve korkusuzdu. En ufak hareketinde bile büyük yırtıcıların yumuşaklığı görülüyordu. Hiç öylesine bir güç ve kudret gösterisine tanık olmamıştım…”
İki cengâver çocuk; uykuya dalan hırsızları gafil avlıyorlar; oklayarak, kafalarını taşla ezerek, gırtlaklarını keserek dördünün de hakkından geliyorlar. İşte o gün yolları kesişiyor, kaderleri birbirine bağlanıyor. Temuçin’le eniştesi olacak kadar yakınlaşan adamımız, yarım asrı aşan bir cihangirliğe de tanıklık ediyor böylelikle.
Çocukluğunda, han babasının ölümünden sonra büyük acılar çekiyor Temuçin. Yakından uzağa doğru bütün hasımlarına, rakiplerine, düşmanlarına kan kusturuyor günü gelince. “Öldürmeyen acı, güçlendirir.” sözünün timsali oluyor. 400 Moğol kabilesini bir araya getirdikten sonra, bir zamanlar çok yararını görse de kendisiyle aşık atmaya kalktığı için canını sıkan Camuka’nın da işini bitiriyor. 1240’ta 44 yaşındayken Cengiz unvanıyla gücünü pekiştiriyor, kardeşlerini ve oğullarını da bir ölüm makinesine dönüştürerek hiç durmadan yürüyor ve yeryüzünü kasıp kavuruyor. Güçsüzlerin, korkakların, yakınanların, kararsızların gözünün yaşına bakmıyor. Vakti zamanında töre ve merhamet bilmeyen yırtıcıların ısırıklarıyla yaralandığı için, gücü ele geçirdiğinde, dişine kan değmiş bir kurdun öfkesiyle, sadece kurtluk taslayanlarınkini değil kuzuların otladığı güzelim bahçeleri de tarumar ediyor. Kendisi bakirelerin koynundan çıkmıyor fakat onlara el uzatan herkesi gözünü kırpmadan toprağa katıveriyor. At hırsızlarına asla merhameti yok. Ortak bir dil kurması için bir Uygur bilgesini görevlendiriyor. Haberleşmede hız kazanmak için, her oba arasında 40 bin adımda bir nöbetçinin ve üç atın bulunmasını şart koşuyor. Bu arada, can düşmanı Merkitlerin kökünün kazınması görevini de Borçu’ya veriyor. Kulan adlı bir Merkit prensesi yüzünden kan kardeşiyle arası açılıyor. Bu kriz, ciddi bir dönemeç hâline getiriliyor romanda. Bir süre sonra ölümle tehdit edilen Borçu, kağanını terk ediyor. Geçtiği her yerde; yıkılmış kaleler ve kellelerden yapılmış tepecikler bırakan, bazı beldelerde intikam hırsıyla kedi ve köpekleri bile boğazlayan Moğol Kurdu, İran tarafına doğru sefere çıktığı sırada atından düşerek hastalanıyor. Epeydir uzak kaldığı Borçu, “atalarının öcünü alan, oğullarının geleceğini aydınlatan” Kağan’ın yanına çağrılıyor.
Dört veliahdın en büyüğü Cuci’nin ölümünden fazlasıyla etkilenen, hep mucizevi bir ölümsüzlük ummasına rağmen son birkaç yılını ağrı ve sızıyla geçiren Cengiz, en son kuşattığı yer olan Erikaya’nın düştüğünü öğrenemeden gözlerini yumuyor. Ölümü, cenazesi Moğolistan’a ulaşana dek gizli tutuluyor. Öte dünyada Kağan’a hizmet etme onurunu yaşamaları için dönüş yolu üzerindeki bütün tanıklar hatta ordunun saflarına uzaktan bakan garibanlar bile kılıçtan geçiriliyor. Ölmeden önce; ikisinin de sevgilisi olan, aralarının açılmasına yol açan Kulan’ı, kan kardeşi Borçu’ya bıraktığını bildiriyor. Mezarının nerede olduğu kimseye söylenmiyor, o mezar için çalışan köleler de katlediliyor çünkü. O yeri bilen Borçu, ölümün nefesini ensesinde hissettiğinde kendisi de hazırlanıyor. Andasının mezarında onu bir bekleyen var: “Oydu, Mavi Göl’de üzerine okumu salamadığım, daha sonra Kağan’ın yanında tekrar gördüğüm, yarasını yalayan kurt. Sadece postunun renkleri değişmişti. Bin yaşında olmalıydı, elbiselerimi çıkarma zamanının geldiğini anladım.”
Sevgili de orada! Borçu, ömrünün sonunda da olsa Kulan’a kavuşarak muradına eriyor. Bu an, çoktan yerin altını boylamış kan kardeşinin de katılımıyla, barış içinde bir bütünlüğe kavuştukları özge bir zaman dilimine dönüşüyor. Belki de “Kim kazandı, kim daha önemli?” diye soruyor Homeric; sabırlı bir son gülen kılığına soktuğu, hem aşkta hem de kavgada kazandırdığı, bir anlatan olmasa kahramanın esamisi mi okunur diyerek onurlandırdığı Borçu’nun elini havaya kaldırarak.
Yeni yorum gönder