Tarih 1473, yer Erzincan Otlukbeli. Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’u fethetmesinin üzerinden tam yirmi yıl geçmiş. Fatih Sultan Mehmet artık kırklarını süren, olgun ve kudretli bir padişah ve şimdi Anadolu’da birliği sağlamaya iyiden iyiye niyetli. Bu niyeti onu Akkoyunlular Devleti’nin hükümdarı Uzun Hasan’ın topraklarına kadar getirmiş. Kazanacağı bu meydan muharebesi Osmanlı’nın Anadolu Türklüğü üzerindeki hakimiyetinin simgelerinden biri olacak; Anadolu halkının sevgisini ve desteğini taşıyan Uzun Hasan’ın ise sonu…
Bedia Ceylan Güzelce, Müslüman Türkler’in birbirleri üzerinde güç kazanmalarına, bu gelgitli hassas dengelere dair söz konusu tarihi olayı, Otlukbeli Savaşı’nı seçmiş anlatmak için. Şöyle bir dışarıdan bakınca yazarın amacı, hem bu kadar önemliyken tarih kitaplarında birkaç cümleyle geçiştirilen savaşı ve savaşın aktörlerini anımsatmak hem de filler tepişirken olan karıncalara ölür misali, bu ovada yaşayan iki kirpinin hikayesine odaklanmak gibi görünüyor. Evet, yanlış duymadınız, iki kirpi! Neden olmasın? Tarihin kaderidir bu, tarihe geçen bir olay yaşanırken bundan en çok etkilenenler tarih sahnesinden silinenler olur hep. Yine dışarıdan bakınca Bedia Ceylan Güzelce’nin “1473” adını verdiği bu ilk romanında, belki biraz da işi ileri götürerek bu çelişik duruma dikkatimizi çekmeye çalışmış diyebiliriz elbet. Ama ne yazık ki bütün bu akıl yürütmelerin hepsi romana dışarıdan, çok dışarıdan bakınca anlamlı. Hikâyesi ilk bakışta oldukça ilgi çekici ve naif görünen bu ilk romanın ayağı, sözünü ettiğim çıkış noktalarına daha gelemeden pek çok soruna takılıp kalmış çünkü.
Öncelikle anlatıcı sorununa değineceğim. Roman üçüncü tekil kişinin ağzından Uzun Hasan ve Fatih Sultan Mehmet’in kısaca hayat öykülerinin aktarılmasıyla başlıyor; derken savaşa değiniliyor. Bütün bunlardan sonra ortaya çıkan başkahramanımız dişi kirpi üstlenmeye başlıyor anlatımı. Kendi hissettiklerini de, savaşı da bu noktadan sonra onun gözünden okuyoruz. Ancak herhangi bir geçiş tekniği kullanılmadan yapılan bu değişiklik, üçüncü tekil kişiden birinci tekil kişiye ani geçiş, bize daha en baştan kurgunun zayıflığını hissettirirken, hikâyeye karşı okurun nerede duracağına dair de bir kafa karışıklığı yaratıyor. Yazarın bu noktada “çalışmamışlığı” düşüncesini getirmesi de cabası.
İkinci sorun, başta da değindiğim gibi Anadolu Türklüğü’nün geleceği açısından her anlamda önemli olan bu savaşın ne kültürel, ne siyasi ne de askeri bakımdan işlenmiş olması. Tarihi romanlar elbette ki birebir tarihi yansıtmazlar, ama bir tarihsel romanla karşılaştığımızda olan bitene dair bir bakış açısı beklemememiz de imkânsız. Yazar, Radikal Gazetesi’nde Berrin Karakaş’a verdiği 26.06.11 tarihli söyleşisinde Uzun Hasan’ın Anadolu’da çok sevilen bir hükümdar, devlet yönetiminde çok başarılı bir liderken, Fatih’in askerleri tarafından bile sevilmeyen bir sultan olduğunu söylemiş. Bu oldukça tartışmalı bir konu. Daha mühimi, romanda yazarın bizi bu düşüncesine vardıracak herhangi bir karakter ve olay işleyişi göremememiz. Hatta daha doğrusu yazar ne Uzun Hasan’la Fatih’i ne dişi kirpiyi ne de akbaba Hayyam’ı bir karakter olarak işlemiş.
Bütün bunları bir yana bırakıp 1473’ü aşık bir kirpinin romanı olarak okumayı denediğimizde ise karşımıza neyi niye anlattığı belli olmayan bir tür fabl çıkıyor. Her şeyi insanların bakış açısıyla değerlendiren, insani değerlerle yargılayan hatta dini bütün ve neredeyse mutlakiyetçi, aşık olmasıyla bile okurunu kendisine çekemeyen bir kirpinin ağzından yazılmış bir tuhaf fabl…
Mutlakiyetçi bir kirpi
Kirpi için dini bütün diyorum, zira allahın adını o kadar çok anıyor ki... Kendini tanrıya adamış rüzgarlar, aşkı kabe yapmış kirpiler, acı içinde tanrının kalbine koşan ruhlar ve daha niceleri hikayede kol geziyor. Mutlakiyetçi diyorum, çünkü savaşta kazanan ve kaybeden sultanları anlama çabasını neredeyse bir sultan güzellemesine vardırıyor. “1473”ü doğacıl bir bakış açısıyla yazılmış bir roman olarak değerlendirmeye kalktığımızda ayrıca kirpinin ölen sevgilisi, gözünün önünde yuvalarını ve hayatlarını kaybeden dostları ve binlerce genç asker arasında en çok sultanlara dertlenmesi, iyi niyetimizi suya düşürüyor. “Bir sultan oğlunun kesik başını taşıyorsa o yolculuk bitene kadar hiçbir hayvan kıpırdamaz. Bu zaman içinde arılar çiçeklerden bal almaz, kuşlar bir dala konar ve havalanmaz.”
Güzelce, tektanrılı dinlerin insan ruhuna yerleştirdiği, her canlı insana hizmet etmek için yaratılmıştır, düşüncesinden bir adım bile ileri gidemiyor. Oysa ki ele aldığı konu gereği, Anadolu Türkleri’nin Orta Asya’dan bu topraklara taşıdığı şamanist-animist kültürle, bu kültürün yaşayış şekli ve mitlerle bir parçacık ilgilenmiş olsaydı yazar; yaşamı “insan ve diğerleri” diye ayıran düşüncenin karşında, yok edilmeye çalışılan, o her şeyi eşit bir şekilde içine alan bütünlüklü kavrayışı, Türklerin müslümanlığın içine yedirmeyi başardığı şamanizm algısının temelinde yatan kavrayışı belki de fark edecekti. Otlukbeli’ndeki yenilişin bir parça da bu düşüncenin, bu kültürün, bu kavrayışın aldığı büyük yaralardan biri olduğunu görecekti. Fatih’e karşı hislerinin sadece egemen güce dair bir öfkeden ibaret olmadığını, Uzun Hasan’a duyduğu sevginin temelinde ise iyi bir lider olmasından ötede, derinlerde çok derinlerde bir yerlerde yatan kendi gerçekliğine dair bir özlemin ifade ediliş biçimi olduğunu anlayacaktı. Üstelik bugün bu dertten mustarip, kendini Türk kökenli olarak tanımlayan herkes gibi olduğunu da…
Gelelim romanın kısalığına. 150 sayfa gibi görünse de, bugün kullanılan biçimde herhangi normal bir kitap formatında 75- 80 sayfaya ancak gelebilecek bir roman “1473”. Ne zararı var, derseniz, burada reklam ve mali işler devreye giriyor elbette. “1473”, kısalığına bakılarak bir uzun öykü ya da novella olarak da kabul edilemez mi peki? Bu anlatım biçimi ve kurgusuyla roman olarak kabul edilemeyeceği gibi, bütünlüklü bir yapıdan yoksun oluşu 1473’ü uzun bir öykü olarak okumamıza engel. Duygusal derinlikten yoksun, dilsel olarak son derece zayıf olması ise onu bir novella olabilmekten de çok uzağa taşıyor.
1473, insana keşke dedirtiyor. Keşke yazarı bu çalışmasını alsa ve bugünün genel eğilimleri çerçevesinde böylesine dikkat çekecek bir hikaye yakalamışken, onun üzerinde çalışıp yeniden yayımlayabilse. Keşke…
Okura son not: Bunca aksaklık arasında romanın bir de anlatım bozukluklarıyla dolu olması ayrı bir talihsizlik. Burada örneklendirip kimseyi bunaltmak istemem ama, düzeltiyle uğraşanları çıldırtacak, üniversite sınavından yeni çıkmış öğrencilere bir kez daha, anlatım bozukluğu nasıl olur dersi verdi.
Eleştiri yazıları okurken bir nebze de olsa canı sıkılır insanın. Fakat ben bu kadar sıcak yazan ve yazarın yazmış, çizmiş ne kadar yazısı varsa okunacağına yemin ettiren bir eleştir-m-en görmedim, okumadım. Okuyacağım!
Yeni yorum gönder