Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Arzunun sapkın halleri



Toplam oy: 1101
Mehmet Erte
Yapı Kredi Yayınları
Çocukluktan, ergenliğe; ergenlikten genç yetişkinliğe uzanan bir sıralamayla yerleşiyor Arzuda Bir Sapma'nın öyküleri. Biz de her öyküye eşlik eden arzu nesnelerinin ayak izlerini takip ediyoruz.

İnsan kendisinde ya da bir başkasında neyi arzular? Yaşamı, ölümü, cinselliği, kaybı, zaferi, gücü, takdiri?  Hiçbir cevap tatmin etmiyor değil mi? Acaba insan, hep düşünülenin aksine ötekini değil de, ötekinin arzusunu arzuluyor olabilir mi? Peki istek nedir, arzudan hangi noktalarda ayrılır? İkisi eşanlamlı mıdır?

 

Fransız psikanalist Jacques Lacan’a göre istek ve arzu birbirinden farklıdır. İstek, bedenin ihtiyaçlarından kaynaklanır ve kendisine özgü biyolojik bir  işlev barındırır. İnsan arzusu ise, isteğin hem ötesindedir hem de ondan önce vardır. Bu da, arzunun isteği aştığı yani sonsuz olduğu anlamına gelir. Bu yüzden onu tatmin etmek olanaksızdır. O, her zaman söylenemez veya ulaşılamaz olana işaret ettiği için hiçbir zaman doyurulamaz. Bir amaca ulaşıldığında aslında bir şeylerin eksik kaldığı. Bu yüzden varoluşun bu oldukça çekici ve bir o kadar da karanlık odasını el yordamıyla bulup, dekore etmeye çalışmak bütün ömür boyu sürecek bir meseledir. İşte bu mühim meseleye fazlasıyla kafayı takmış bir yazar Mehmet Erte. Ve kendi gibi buna kafayı takan kahramanlar yaratmaktan da oldukça hoşlanıyor. Bunun ispatı ise Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan öykü kitabı Arzuda Bir Sapma. Erte, bu kahramanları yaratırken okura bol miktarda psikanalitik malzeme vermeyi ihmal etmiyor. Neredeyse her karakterinde ödipal bir sorunsala, otoriteyle çatışmaya, sado-mazoşist bir tavra, ensestiyöz bir tona, fetiş özne veya nesnelere rastlayabiliyoruz. Bu anlamda oldukça cesur bir kalemi olduğu söylenebilir. Sanki tüm karakterlerin kulağına Julia Kristeva’nın “Arzu, özünde sapkındır” sözü fısıldanmış gibidir.

 

 

Kitap “Tasma” adlı öyküyle başlıyor. “Tasma”, okul hayatına başlamak üzere olan bir çocuğun, sembolik düzene geçişindeki gel-gitlerini, huzursuzluğunu, ötekilerle, kendisiyle ve geçmişle kurduğu ilişkiyi konu alıyor: "Artık annemle birlikte yattığım öğle uykuları yoktu, sabahları erken kalktığım bu yeni hayat anneminkinden çok, babamın dünyasına aitti; oysa ne kadar erken uyandığım göz önünde bulundurulduğunda her zamankinden daha fazla gündüz uykusuna ihtiyacım vardı ve kendimi disiplin altına almaktan zevk duysam da babamın zalim dünyasında adımlarımın ürkekliğini daima gizlemek zorunda olmak öyle yorucuydu ki, en azından bir öğle uykusu süresince irademi annemin kalp atışlarına terk ederek onun derin soluğunun yatağında dinlenmek istiyordum."

 

Ve elbette arzularına, arzularının inşasına, arzudaki sapmalarına değiniyor: "Ansızın gözlerim yerde genç kadının çıplak ayaklarıyla buluştu. Ruhumdaki eziklik bu ayaklar tarafından ezilme arzusu yaratıyordu. Kendime etmeyi göze alamadığım işkenceyi onun ayakları yapabilirdi. Bana eziyet et, diye yalvarmalıydım ona. Yerlerde sürünmek, tekmelenmek, ezilmek için yakarmalıydım… Tüm suçlarımı cezalandırabilecek güzellikteydi ayakları..."

 

Çocukluktan, ergenliğe; ergenlikten genç yetişkinliğe uzanan bir sıralamayla yerleşiyor öyküler. Ve her öyküye eşlik eden arzu nesnelerinin ayak izlerini takip ediyoruz. Hiçbir öykü birbiriyle bağlantılı değil ancak sanki her bir öykü bizi bir diğerine taşıyor, sanki her bir öykü diğerini inşa ediyormuş gibi. Ve biz baştan sona bir çocuğun gerek annesiyle kurduğu ilişkiyle, gerekse genelev deneyimiyle sanki erkekliğinin inşası sürecine eşlik ediyoruz.  Bu erkeklik hikayelerinde, insana çok tanıdık gelen ama bir o kadar da huylandıran bir nemlilik hissediliyor. İdrar, meni, ter veyahut patlamış iltihaplı bir sivilce... Bedenin dışında mı içinde mi olduğu tam olarak kestirilemeyen arada kalmış sıvılar bunlar. Tıpkı Erte’nin ne tam çocuk dünyasında ne de tam yetişkin dünyasında var olabilen, ergenleşmiş ya da ergenliğe yazgılı kahramanları gibi. 

 

Kitaptaki öykülerin uzunluğu birbirinden oldukça farklı. Fakat bir itirafta bulunmak gerekirse en etkileyici olanlar, “Adanmış”, “Karadelik”, “Şair”, “Prezervatif”, “Lokma” gibi kısa öyküler. Lafı dolandırmadan söylemesi, okuyucuda doldurabileceği boşluklar bırakması, keskin ve duyarlı gözlem gücü ve yansıttığı tahrik edici ayrıntılar açısından...

 

Son söz ise kitabın kapağı için olsun. Mehmet Erte, aynı zamanda bir çizer. Kitabının kapak resmi kendisine ait. Kitabın adı ve içeriğiyle oldukça fetişist bir uyum içerisinde. Keşke öykü aralarında da çizimlerine rastlasaydık, eminim ki öykülerini oldukça bütünleyecek ve okuyucuya çifte haz yaşatacak görseller olurdu bunlar.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.