Nicedir ne bu kadar uzun bir kitabı okumayı göze almıştım ne de böylesi kısa sürede son sayfaya koşa koşa varmıştım. David Mitchell gerçekten usta bir yazar. Roman son derece ilginç bir zaman ve mekan düzleminde geçen, derinden derine romantik, yine de enikonu diplomatik, üstüne üstlük bir o kadar mistik bir hikaye anlatıyor. Kitap boyunca Jacob de Zoet'in bilmediği bir kültürde öğrenmeye çalıştığı yeni sevme biçimlerini ve naif aşkının akıbetinin ne olacağını heyecanla takip ediyoruz. Öte yandan, iyi günleri geride kalmış izlenimi veren Doğu Hindistan Şirketi'nin Japonya'da küçülmekte olan ticaret bölgesinde hayatta kalma mücadelesini, sömürgeci ticaretin inceliklerini ve tacirlerin kurnazlıklarını öğreniyoruz. Dikkatimizi tam bu dünyevi meselelere yoğunlaştırmışken –para ve aşk demek istiyorum– bir de bakıyoruz ki Nagazaki'nin tepelerinde Kyogo'da yüzyıllardır köklenen bir tarikat aslında bölgenin sakinlerinden de, sonradan gelenlerden de daha büyük bir güce sahip. Jacob'un herkesten gizli ve fakat çok içten inancı da başrollerde elbette. Jacob de Zoet'in Bin Sonbaharı bu bilmecelerin hepsini ilmek ilmek ve okurun heyecanını sürekli besleyerek çözüyor.
18. yüzyılın son yılında Dejima (kitapta ne yazık ki Decima şeklinde yanlış yazılmış) bir hikaye anlatmak için, hele de Mitchell'ın anlatmak istediği hikayeyi anlatmak için biçilmiş kaftan gibi görünüyor. Gözünüzde canlandırmanız zaman alırsa diye Bay Dazuto'nun ufak bir eskizini de sunduğu “çıkıntı adası,” kıyıya paralel olarak yelpaze biçiminde inşa edilmiş, kazıklar üstünde duran bir iskele aslında. Üzerinde fabrika, ambarlar, genel müdür ve kaptanın konutları, Çevirmenler Loncası ve bir revir var. Japonya'da Sakoku (dışa kapalılık) döneminde, tüm şirket çalışanları denizin üstüne kondurulmuş Kara Kapısı ve Hollanda Köprüsü'yle karadan ayrılan bu acayip gettovari yapay adada yaşamak durumunda. Dejima'ya kadın niyetine sadece çamaşırcılar, gecelik kiralanan fahişeler ve yüksek maaşlı yöneticilerin daha uzun süreyle “kapattıkları” metresleri girebiliyor. Bayan Orito Aibagava hariç... O, Doktor Marinus'tan tıp eğitimi alan, şimdiden çok yetenekli bir ebe olarak isim yapmış istisnai bir kadın. Jacob kadını ilk gördüğü an, Orito onu kendi tabiriyle sayfalarını çevirmek için yanıp tutuştuğu bir kitap gibi büyülüyor. Bundan güzel aşk tarifi mi olur?
Denizaşırı imparatorlukların, öncelikle diplomatik yöneticiler, denizciler ve tüccarlar ama daha genel olarak maceracılar, zenginlik hayali kuranlar, kaçkınlar, hırsızlar, uğursuzlar, velhasıl cümle anavatanda tutunamayanlar için açtığı (ve bazen de kapadığı) kapılara dair de çok zengin kitap. Sayısız tayfanın, ambar çalışanlarının, şirket memurunun, bir poker masası etrafında, denizde yol alırken, ya da büyük bir günün sabahında birbirlerine anlattıkları kişisel yaşam öyküleri romanı son derece zenginleştiriyor. Keza manastırdaki kadınların çamaşır yıkarken, yemek yaparken, avluyu süpürürken birden hatırlamış gibi birbirlerine anlattıkları çocuklukları, başlarına gelen felaketler, sözde kurtuluşları, her biri bir başka roman. Bu açıdan biraz da bizimle oyun oynuyor Mitchell sanırım: “Bakın size bu Jacob de Zoet'in hikayesiymiş gibi anlatıyorum, ama pekala Arie Grote'nin ya da Ogava Uzameon'un hikayesi olabilirdi!”
Sadece harika bir hikaye okumayacaksınız...
Kitabın kurgusal açıdan başardıkları bir yana, incelediği daha tarihsel mevzular da çok katmanlı. Erken 19. yüzyıl Japonya'sının kendine özgü hasletleri ve “yabancı” olarak tanımladıkları Avrupalılarla ilişkilerine dair ayrıntılar, Batılılaşma ya da modernleşme kavramlarıyla anlamaya çalıştığımız süreçleri yeniden düşündürüyor. Kendi Osmanlı-Türkiye ezberlerimizden bildiğimiz Avrupa'ya hayranlık, kapıları açmak, yanaşmak, Avrupa'yla kaynaşmak, oynaşmak senaryosu Japonya'nın Tokugawa (Edo) döneminde katiyen işlemiyor. Şogun'un kendini Avrupa'nın gücünden koruma yöntemi, iletişim kanallarını tamamen kapamak şeklinde cereyan etmiş. Yabancılar ülkeye yerleşemiyor, dinlerini (Hıristiyanlığı) bırakın misyonerce yaymak, icra etmeleri dahi yasaklanmış. Katolikler ülkeden sürülmüş. Aslında geriye bir tek dinlerini dışavurmaksızın yaşamaya razı olan Hollandalılar kalmış dense yeridir. Öte yandan Japonların ülkeyi terk etmeleri kesinlikle yasak. Olur da kaçmayı becerirlerse bir daha asla geri dönemiyorlar. Kapıları bütünüyle kapatarak kültürler arası iletişimi minimumda tutulmuş.
19. yüzyılın ortasında, özellikle de Afyon Savaşları'ndan sonra resim büyük ölçüde değişecek ve Japonya'nın Avrupa ve Amerika'yla ilişkileri yepyeni bir döneme girecek. Çevirmenler Loncası'ndan aşina olduğumuz Uzaemon gibi kişiler sayesinde içine sızmayı başardığımız Şirando Akademisi'ndeki tartışmalardan, bilim adamları nezdinde Avrupa'yı model almanın tartışılmaya başlandığından zaten haberdarız. Her şeye rağmen 1800 gibi geç bir tarihte hâlâ başarıyla sürdürülen (ekonomik ve kültürel anlamda zengin bir toplum yaratmayı başarmış) tecrit politikası bambaşka bir deneyim olarak karşımıza dikiliyor.
Ferah ferah kitap okumak için şöyle sakin iki üç gününüz varsa muhakkak Jacob de Zoet'in Bin Sonbaharı'nı okuyun. Sadece harika bir hikaye okumayacaksınız, aynı zamanda da Bay Dazuto'nun hırs içermeyen ama bir o kadar inatçı umudunun yumuşak, ılık, mayıs güneşi gibi tatlı ışığıyla çok, ama gerçekten çok iyi hissedeceksiniz!
Ana rahminden ilk önce ta omzuna kadar kolu çıkmasına rağmen doğum badiresini atlatıp hayatta kalmayı başaran bebeğe dair muhteşem ilk bölümden itibaren kitabın akılda yankılanan düsturu, İngilizce düşününce, “Hayat varsa umut da vardır” (Where there is life, there is hope). Biz Türkçe, “Çıkmayan candan ümit kesilmez,” deriz. Ama bu tabir öyle huzursuz edici bir ölüm tasviri içeriyor ki, duyanı umuttan çok karamsarlığa, kaderciliğe sevk ediyor. Akla gelebilecek her türlü sohbete –diyelim ki konu Gazi Koşusu olsun, ya da soft pack'in evlalığı– lezzet katan, tam yeri geldiği vakit o konuyu, o durumu en iyi anlatan, edebi mi edebi, bir de akılda kalıcı müthiş güzel bir kelam ediveren, mesel anlatıveren laf cambazı, can sıkıntısına derman dostum Z.K. şöyle derdi halbuki: “Mevcuduz ve mümkünüz Nazan!”
* Görsel: Kaan Bağcı
Romanın ilk bölümü hariç size katılıyorum... İlk bölüm bana sıkıcı geldi ama sonrasını çok beğendim... bence de okunmalı...
Yeni yorum gönder