Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ben de inanıyorum, kurbağalara!



Toplam oy: 1021
Barış Bıçakçı, Behçet Çelik, Ayhan Geçgin
İletişim Yayınları
Romancı değilim. Geçmişte yazdığım birkaç öykü, birkaç şiir dışında edebi yazarlığım yoktur. Edebiyat üzerine düşünmeyi severim ama. Şimdi bu yazıda, birbirinden değerli üç yazarın “yazma süreci”ne ilişkin yazışmalarına neden maydanoz oluyor, ne demeye burnumu sokuyorum?


Kurbağalara İnanıyorum, Barış Bıçakçı, Behçet Çelik ve Ayhan Geçgin’in edebiyat ve hayat üzerine yaklaşık bir sene süren yazışmalarından oluşuyor. Bildiğim kadarıyla ilk kez deneniyor bu: Yazınsal bir tür olarak “e-posta”yı tartışmaya açmış oluyorlar aynı zamanda. Diğer pek çok şeyle birlikte…


Romancı değilim. Geçmişte yazdığım birkaç öykü, birkaç şiir dışında edebi yazarlığım yoktur. Edebiyat üzerine düşünmeyi severim ama. Şimdi bu yazıda, birbirinden değerli üç yazarın “yazma süreci”ne ilişkin yazışmalarına neden maydanoz oluyor, ne demeye burnumu sokuyorum? Yazarken içimden bir ses sürekli bu soruyu fısıldıyordu kulağıma. Vereceğim yanıt fazlasıyla basit: Kendime hâkim olamadım! Cüretimin mazur görülmesini umarım.


Öte yandan, üç yazarla da kişisel olarak tanışıklığım yoktur. Yazdıklarını okumaya çalışırım o kadar. Bir yerde rastlasam, tanışsam falan, “sizli bizli” konuşur, asla isimleriyle hitap etmezdim tabii. Anlaşılacaktır, üslubum oyunumun gereği. Arz ederim.

 

JALE: [25/03/2016, 00:49]

 

Sevgili Barış, Behçet ve Ayhan,


Hayatı, dünyayı, insanı, hakikati ele geçirme isteğiyle roman yazıyor olabileceğinizden, eğer öyleyse, bu ele geçirme faaliyetini daha bilinçli yapma gerekliliğinden söz etmiş Barış. Haklı olabilir. Ama şunu da düşünmedim değil: Ele geçirme ifadesiyle kastettiği şey anlamak, o kovaladıkça kaçan ateş böceğine, hakikate sahip olmak arzusuysa, bilinç kadar bilinçsizlik de sürece dahildir gibi geliyor bana. Hadi yarı-bilinçlilik diyelim.  Ateş böceği karanlıkta kovalanır öyle değil mi? Hadi alacakaranlıkta diyelim…


(Bu arada baştan belirteyim. Barış’ın muhteşem metaforlarının çekim alanına çoktan girdim ben. Hele hele, başlarda metaforlarla arasının iyi olmadığını söyleyen Ayhan’ın da bu çekimden kaçamadığını gördüğümde... Bakınız şu cümle: “Sevgili Barış, ayrılıyor ama arka sokaklarda bir yerde, belki dar, yıkık dökük, insanların farelere, farelerin de insanlara aldırmadığı bir sokakta yine buluşuyoruz.” Ah Barış, kendine benzettin adamı da!)


Behçet’in “ele geçirme” sözüyle ilgili yazdıklarına katılıyor ve artırıyorum: Keşfetmek ve sağlamasını yapmak dışında inşa etmek de eklenebilir çeşitlendirmeye. Yazıyla inşa edilen hakikat yanılsamaları kuşağında yaşamıyor muyuz? Öte yandan Barış’ın “iman” vurgusu, yazarken bir şeyleri görmeme, görememe pahasına bir düşünceye iman etme gerekliliği, ideolojiyi, ardından da Eagleton sayesinde tanıdığım Pierre Macherey denen adamın kuramını anımsattı bana. Bir alıntı yapmama müsaade ediniz: “Macherey’e göre bir yapıt ne söylediği kadar ne söylemediği bakımından da ideolojiyle bağlantılıdır. Bu, bir metnin anlamlı sessizlikleridir; metnin boşluk ve eksikliklerinde bulunur ve ideolojinin varlığı en kesin biçimde buralarda hissedilir. Eleştirmenin ‘konuşması’ gereken sessizlikler bunlardır. Aslında metin bir bakıma ideolojik olarak kimi şeyleri söylemeyi yasaklar; örneğin, yazar doğruyu tarzına uygun bir biçimde söylemeye çabalarken, kendisini içerisinde olduğu ideolojinin sınırlarını göstermeye zorlanırken bulur. Yazar, metnin dillendirilemeyen boşluk ve sessizliklerini sergilemeye zorlanır. Bir metin bu boşluk ve sessizlikleri içerdiğinden ötürü daima tamamlanmamıştır. (…) Macherey yapıtın ‘tamamlanmamış’ olduğunu iddia ettiğinde, metinde eleştirmenin doldurabileceği eksik bir parça olduğunu söylememektedir. Aksine, tamamlanmamışlık yapıtın doğasında vardır, belli bir noktaya kadar onu susturan ideolojiye bağlıdır. Eleştirmenin görevi yapıttaki boşlu¬ğu doldurmak değildir; anlamların çatışmasına ilişkin ilkeyi bulmaya çalışır ve bu çatışmanın yapıtın ideolojiyle olan iliş¬kisi vasıtasıyla nasıl üretildiğini gösterir.” (T. Eagleton, Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi, çev. Utku Özmakas, İletişim Yayınları)


Yani, yazar görüp görmemekte, gösterip göstermemekte özgür elbette ama, iyi eleştirmenden kaçmaz o boşluklar, söyleyeyim.  Eskilerin “tezli roman” dediği tarzda romanlar imanlı romanlardır işte. Ve ne kadar uzak bir tarz her üçünüze de… Yazarın metnini tamamlaması hiçbir zaman mümkün değilse, tamamlanmış gibi yapmaması, tamamlanmamışlığını ifşa etmesi daha değerli sanırım bence. Sanki sıkı bir romanın, “bir şeyleri görmeme”si değil, gördükleriyle, görmeden duramadıklarıyla, bu görüntülerdeki çelişkilerle yola devam etmesi gerekir gibi geliyor bana. “Can havliyle söylemek” dediğiniz biraz da böyle çınladı kulağımda… (Bu arada ne müthiş bir ifade şu “can havliyle söylemek”! Foucault’nun “parrhesia” kavramını da getiriyor biraz akla) Ya da görmeyi reddettiği, göremediği şeyleri, teknik manevralarla veya bilinçsiz kazalarla gösterivermesi! Çelişki mi demiştiniz?


Gelelim sevgili Barış’ın, “kullanılmayacak kadar güzel cümleler yazmak istiyorum,” sözüne… Anlamak, keşfetmek, bilmek çabası sonradan geliyor demiş. Oysa bir sonraki yazısında şöyle anlatıyor güzelliği: “Sözdiziminin sınırlarını genişleten, daha önce yan yana gelmemiş sözcükleri bir araya getiren, metaforu son kuruşuna kadar kullanan, cümleyi kuran zihnin işleyişine şapka çıkartan bir güzellik. Böyle güzel cümleler aracılığıyla bazı kuytulara girebiliyoruz, algıladığımız dünyayı ifade edebiliyor, yılanı deliğinden çıkarıyoruz.” Bu cümlelerin bizzat biçimi, yani metaforik ifadesi içeriğinin karşılığı… Metaforu, metaforla anlatmış yazarımız burada. Yani kendi kendisine işaret eden bir cümle ve bal gibi de “kullanılabilir.” İşe yaramaksa kastettiği, bu kadar “ulvi” işleri başaran bir cümle nasıl olur da kullanılmaz, işe yaramaz? Acaba anlamak, keşfetmek ve bilmek çabası, zaten tam da “güzel cümleler yazmak”la eş zamanlı değil mi? Bir öncelik, sonralıktan söz edilebilir mi? Güzel cümle yazmadan anlama, keşfetme gerçekleşebilir mi? Ya da, keşfeden, anlayan, bilen her cümle “illa ki” güzeldir mi demeli? Bu durumda şuna mı geliyoruz: “Kullanılabilecek kadar güzel cümleler yazmak istiyorum.” Hodri meydan!


Ama ben uyuyacağım şimdi biraz. Kafamda deli sorular! Yarın, belki yarından da yakın, dönerim gibime geliyor…

 

 

JALE: [25/03/2016, 23:53]

 
Sevgili Barış, Behçet ve Ayhan,


Joel Kovel’in Arzu Çağı kitabından söz ederken, yazarın öğretici, bilgi aktarıcı, “işe yarar” cümlelerinin edebiyat tadı vermediğinden söz etmiş Behçet. Bu “işe yarama” meselesi kafamı kurcalıyor epey. İzninizle ben burada eşelenmek istiyorum biraz daha.


Freud’un şöyle dediği bilinir: “Benden önce şairler ve filozoflar zaten bilinçdışını keşfetmişti, ben yalnızca bilinçdışının incelenmesini sağlayacak bilimsel yöntemi keşfettim.s” Freud’un Dostoyevski’yi başucundan eksik etmediği de bilinir. Şimdi bilinçdışını keşfetmiş edebiyata “kullanılmaz” demek mümkün olamayacağına göre ve kısa bir şiir Freud’un sayfalarca anlatmaya çalıştığı “şey”i, mesela “yılan”ı deliğinden çıkarıverdiğine göre, mesele biraz karışık sanki.


Hem ben öyle anlatılar biliyorum ki içinde ustaca yerleştirilmiş, metaforlar arasına usulca gizlenmiş nice gündelik hayat “bilgisi” var; kullanmalık… (Barış, bu sözüm sana) Kullandım, oradan biliyorum.


Lafı uzatmak istemiyorum ama geçenlerde bir yerlerde okuduğum bir araştırmadan da söz etmemin yeri geldi sanki. Romanda anlatım tarzını “fazlalık” olarak gören, paranteze alan bir araştırma.


University of Nebraska’dan Matthew Jockers, 40 bin romanı incelemiş ve bir sonuca varmış: Kurmaca eserler altı kalıba göre yazılıyor. Toplamda İngilizce yazılan 41 bin 383 eseri inceleyen Matthew Jockers, anlatı tarzını veya konularını göz ardı ederek, kahramanın duygusal yolculuğunu takip ediyor ve kahramanların ya inip çıktığını ya da çıkıp indiğini söylüyor! Yüzdeler, istatistikler falan…
 

 

 

Merak uyandırıcı ve mutlaka yararlı bir çalışma, ciddi bir emeğin ürünü, kabul. Ama "edebiyat dediğin" tam da o şemanın dışında kalan ne varsa o değil mi? Romanı roman yapan anlatım tarzı gibi unsurları paranteze alıp, geriye kalanı bilgisayar programıyla tasnif etmenin sonucunda, tahmin etmenin hiç de zor olmadığı bir yere varılmıyor mu? "Her şeyin arkasında gizli bir matematik var, hadi bulalım onu!" coşkusu, pozitivist aklın muazzam yaratıcılıkları şemalara indirgeyip kontrol altına alarak, onlara "sahip olmak" arzusunu açık ediyor gibi. Sahip olunamayacak bir yaratıcılıkla uğraşıldığı, şu zavallı iki şemadan da belli zaten. Bir şeyi de bilmeyiverin arkadaş! 


Bunun konumuzla ilgisi vardı sanki, ama şimdi bağlayamadım. Size bırakıyorum (cadı kahkahası)…



JALE: [27/03/2016, 23:00]


Ayhan, “Edebi adlandırma (…) şeyleri, nesneleri yeniden oldukları yere iade etmek, onları dilin boyunduruğundan kurtarmak, neyse o olmalarına izin vermek, kısaca dünyayı dünyaya geri vermek mi istemektedir?” adlı muazzam sorusunda bence çok önemli bir noktaya işaret etmiş ve hemen ardından bunun mümkün olamayacağını, bu yüzden de edebiyatın yaratıcı olmak zorunda olduğunu eklemiş. Öyle ya, madem dünyayı dil illetinden kurtaramıyoruz, bari dili ölü biçimlerden kurtarıp yepisyeni bir dünya bakışı edinelim, edindirelim. Dünyayı dünyaya geri vermeye yönelik beyhude çabalara icatçılık diyebilir miyiz bu durumda? Ama ille belirtme gereği duyuyorum, beyhudeliğinin farkında olduğunu gösterecek! Sağ olsun Nurdan Gürbilek, bu konuda takıntılı yaptı beni, her şey okurun gözü önünde olsun istiyorum… Çünkü Behçet’in altı çizilesi cümlesinde dediği gibi: “O kurmaca dünyayla yaşadığımız dünya arasındaki gidiş-gelişler de edebiyata dahil.” Bu arada yine Behçet’in, dili metin içinde Kadir-i Mutlak gördüğüne, dilin yalızca metin içinde yeterli olduğuna dair cümleleri Karasu’nun Gece’sine götürdü beni, ne iyi oldu. Kitabın açılış cümlelerinden: "Dil bu karanlığın içinde yaşayabilirmiş gibi görünen tek şey olacak. Hiçbir ağırlığın, hiçbir gerçekliğin kalmadığı bu yerde. Karanlığın gerçekliğe benzer tek yanı, konuşabilmesi olacak."


Bir süreliğine Lacancı olup, edebi dil çoktan yitip gitmiş o kopuş anına, asla geri kazanılamayacak o bütünlüğe umutsuzca geri dönme çabasıdır diyeceğim. Hem ne kadar umutsuz olursa o kadar iyi mi oluyor ne? En azından, isimlerini anmadan duramadığımız “sıkı” edebiyatçılar, o bütünlüğü -hadi “dilsizliği” diyelim- geri kazanmak için okurların önünde umutsuzca çırpınırken iyi edebiyat yapıyorlar sanki. Bir romancı olarak hangi cümlelerle, hangi tarzda çırpındığın, boğulmanın kıyısından hangi manevralarla döndüğün, edebiyatını belirliyor belki de. Dilsizliğe dille erişmek isterken, Sisifos gibi lanetlenmiyor mu edebiyatçı? Yaşar Kemal, “sözcüksüz yazmak istiyorum,” demiş mesela. Ne güzel özetliyor çırpınışını, lanetini!


Düşünüp sonra yazmaktansa, yazarak düşünme (hatta daha ileri gidersek yazıp ondan sonra düşünme!) çağında yaşıyoruz. Madem adını andım, şu sözleriyle Lacan beni feci çarpmıştı geçmişte: “Olmadığım yerde düşünüyorum o halde düşünmediğim yerde varım. Kişi düşünceyi seçtiğinde varlığı kaybederken sözcükleri seçtiğinde sözcüklerin temsil ettiği şeyi öldürür.” Yani yazarken varlığı kaybediyor, sözcüklerin temsil ettiği “şeyleri” öldürüyoruz. Yaşayabilirmiş gibi görünen tek şey dil oluyor. Neler oluyor böyle Allahım!


Barış, yan yana gelmemiş sözcük kalmazsa edebiyat biter diyor. Haklı tabii… Dilin (ve tabii yaşamın da) tümden bir kalıba dönüşmesi söz konusu olur o zaman herhalde. Hoş, dili kalıplara dönüştüre dönüştüre “bitiriyor,” sonra yeni diller icat ediyoruz öte yandan. Son zamanlarda şunu da düşünmeye başladım ama: Bağlamsız, bir fikre, bir duyguya sıkı sıkıya bağlanmayan icatlar ya da “yaratıcı yan yana getirişler,” edebiyatı yaşatmaya yetmiyor sanki. Ortalığı şöyle bir havalandırıyor kabul, ama çok çabuk kapatıyor penceresini. Bazen de, hiç de yeni olmayan yan yana getirişler, “o” bağlamda öylesine bambaşka bir şeye dönüşüyor ki, kapının altından azar azar havalanıyor ortalık. (Metaforun dibine vurdum! İcat çıkarmayın artık!)

 

 

JALE: [28/03/2016, 01:35]


Sevgili Yazarlarım,


Şimdi okudum da, Barış zaten kendi kendisini ters yüz etmiş kitabın sonlarına doğru. Bir an, önceki maillerimden birinde koyduğum postayı okudu da kendine çekidüzen verdi sandım! (“Hodri meydan!” dedimdi ya hani) Şöyle diyor bakın: “Dostlarım, benim için hakikat bir cümle uzunluğunda, genişliğinde ve derinliğindedir, daha fazla değil. Uzun cümleyi biliriz, gramer koyar ona sınırı. Ama geniş ve derin cümle diyorsak, işte bu güzellik ile ilgili bir şeydir.” Kendi kendisini ne kadar doğru analiz ettiğinin de kanıtı bence bu çelişen ifadeler: “‘Bu budur!’ diyebileceğim şeyleri yazıyorum ama bir yandan da bu yargının, bu bilginin anlık olduğunu, benim kısıtlı varoluşuma bağlı olduğunu biliyorum, hissediyorum…. anladım, diyorum, ama az sonra anlayamayacağım.”
Behçet’in içeriğin yitip gitmesi ve biçimin önceliğine ilişkin söylediği şeyler, Ayhan’ın sorduğu sorular ve belki de romanın zamanının geçtiğine, günümüzün egemen sanatının bilgisayar oyunları bile olabileceğine dair ortak şüpheler, elbette nedensiz değil. Şu geliyor aklıma: Sosyal medya, akıllı telefonlar, her gün bir yenisi çıkan iletişim teknikleri, her an her yerde, bazen istenmese de iletişime zorunlu kılınma halleri, edebiyatı dönüştürüyor. Bunu görmemek imkansız. Duygudan yoksun duygulu olma, acıdan yoksun acı çekme halleri, işaretparmağımızın bir hareketiyle “akıp giden” gündem, edebiyatı, sanatı daha da dönüştürecek, aksi mümkün değil gibi. Ama sosyal medyanın ya da bilgisayar oyunlarının sanat sayılması değil de, sanatın bu tekniklerden teknik devşirmesi, biçimlerden biçim beğenmesi söz konusu oluyor gibi. Facebook durumları gibi durum öyküleri, çarpıcılıktan ölecek, retweet “manyağı olan” tweetler gibi roman cümleleri epey tanıdık artık. Ama her “akım” gibi bu akım da yavaşlayacak, tortusu kalacak geriye. Ve bence o tortu da, şimdiden arta kalan olarak epey değerli.
İçerik ölüp ölüp yeniden dirilecek.


Edebiyat ölmeyecek.


Türkiye’ye barış gelecek!

 

 

 JALE: [28/03/2016, 13:11]

 

“Çelişki, bir arada olmanın bir biçimidir,” demiş Georg Simmel. Sık sık aklıma geldi bu söz yazdıklarınızı okurken. Çelişki, öncelikle bireyin, sonra toplumun, yaşanan çağın içine işlemiş bir sınırları esnetme, tanımları, donuk anlam öğelerini sarsma imkanı olarak görünüyor bana. Edebiyat bu imkandan muaf olabilir mi? Sanmam.


Öte yandan yıllar önce aklıma takılan ama koskoca Herakleitos’a laf yetiştirmek bana mı kaldı diye içimde sakladığım o şaşaalı önermemi dikkatinize sunuyorum: Hazır mısınız? (Nihayet vakti geldiği için çok heyecanlıyım. Vakti gelen düşüncelerle ilgili bir şeyler alıntılamıştı Barış. Bulamadım yerini.) Aynı nehirde bal gibi iki kere yıkanılır! Nehir, tanımı gereği “akar” suysa, sürekli değişen bir “şey” olarak kodlanmışsa, her yıkanıldığında farklı bir “nehir” yoktur ki karşımızda. O “aynı nehir”dir, şu “sürekli akan”… Yıkanan da, yıkanılan yer de, “doğaları (mı demeli?)” gereği değişkendir. Yaptığımız hiçbir şeyi aynen yapamadığımız doğrudur, ama bu da hayatın tanımı gereğidir zaten. Yani bir şeyi iki kere yapabiliriz ama aynı “şekilde” yapmayız! Ah Barış, imdadıma yetiştin: “Hep aynı şeyi yazmakta bir sorun görmüyorum, hep aynı biçimde yazmakta sorun görüyorum”… Bir daha düşün bence. Ben de düşüneyim. Aynı şeyi aynı biçimde yazman zaten mümkün görünmüyor bu durumda. Benzerlikler olabilir ama aynılık zor. Öte yandan Dostoyevski, Kafka, Erbil, Woolf, Yaşar Kemal, Faulkner, Karasu farklı biçimlerde mi yazıyorlardı? Bana hiç de öyle gelmiyor… Biçimini bulunca ona sarılmak da önemli sanki. Öte yandan “mümkün olmayan bir sürekliliği aramanın yoruculuğu,” bununla mı ilgili acaba? Onu anlayamadım.


Şimdi şu tespiti yapan birine, “Hep böyle kal, hep böyle kal…” demek istiyorum şahsen, sorun falan yok benzer biçimde yazmanda: “Öznenin doğmasını, yeniden doğmasını ya da yokluğunu, süreksizliğini mümkün kılan dile çalışılarak ulaşılır. Ama o dile ulaşmak her şey demek değil, bir de bu çalışmayı gizlemek, zahmetsizce ulaşılmış bir dil hissi vermek gerekir. Aksi takdirde bir vücut geliştirmeci gibi kasılır kalırız ortalıkta…”

 

 

JALE: [29/03/2016, 01:44]



Sevgili dostlarım,


Ayhan’ın düşündürücü cümlesi, “Kitap çıkarmada rezil bir yan var!”, yine kendisinin sık sık adını andığı Ulus Baker’in “Kitap Nedir?” yazısını okumaya itti beni. Hani şu Virgül’de yayımlanan… Bakın nasıl bitiyor o yazı: “Günümüzde ‘yaratıcılık,’ edebiyatta olsun, sinemada olsun, müzikte olsun, resimde olsun, heykelde olsun… hemen her alanda, içinden doğduğu ‘ortam’a ya da malzemeye direnişle, o malzemeyi ‘aldatarak’ işliyor. Belki her zaman böyle oldu… Diyebiliriz ki heykel taşı aldatarak yapılır. Resim boyayı aldatır, sinema ise insan gözünü; edebiyat da kitabı aldatacaktır…”


Edebiyat kitabı nasıl aldatır, aldatınca ne olur, edebiyat kitabın sınırlarını aşıp başka sınırlar, başka biçimler mi bulur kendine, düşüneceğim…


Ben artık sizin o ünlü topunuza musallat olmaktan vazgeçeyim. Biraz emrivakiyle aldım elime zaten. Usulca size geri yuvarlıyorum… Buyurun.

 

 

 


 

 

 

Manşet görseli: Tufan Kızılırmak

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.