Yıllar önce aklıma harika bir roman fikri gelmişti. Aman unutmayayım diye her ayrıntısını ince ince not etmiştim defterime. Sonra da yarın ne yazacağını bilen bir yazarın iç huzuruyla uykuya dalmıştım. Aradan ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum, artık şu harika fikri romana dönüştürmenin sırasıdır diyerek masaya oturduğumda gözlerime inanamadım. Deftere yazdığım o harika fikir Paul Auster’ın romanlarından birinin özetinden başka bir şey değildi! Kötü bir şaka gibiydi. Bir süre defterime Borges’in Kum Kitabı muamelesi yaptım; kapattım tekrar açtım, o not yok olsun da benim asıl harika fikrim ortaya çıksın diye ama boşunaydı. Çünkü o aklıma gelen parlak düşünce sadece daha önce okumuş olduğum bir romanın gölgesiydi. Çok canım sıkılmıştı, hem harika bir fikirden olmuş hem de kendime olan güvenimi yitirmiştim; diğer yazdıklarımın da bu tür çalıntılardan ibaret olabileceği kuşkusu içimi kemirmeye başlamıştı.
Hele ki kitaplarından birinin adı Bu Kitabı Çalın olan bir yazar için oldukça kuşkulu bir durum! İntihal yani kaynak göstermeksizin bir metni kendinize mal ederek yayımlamak bir yazarın yapabileceği en korkunç şeydi. Peki ama belleğimizin bize oynadığı bu oyunlarla başa çıkmamız mümkün müydü? Bu olay başıma geldiğinde çok daha gençtim. Belleğim o genç yaşımda bile bana böyle tatsız şakalar yapıyorsa ileride halim ne olacaktı?
Biraz araştırınca bu konuda yalnız olmadığımı anladım. Yaratıcı işlerle uğraşanların başına sıklıkla gelen bu duruma psikolojide kriptomnezi (cryptomnesia) dendiğini öğrenince biraz içim rahatlamıştı. Adı konulduktan sonra her şey daha bir ehlileşiyor ne de olsa. Özellikle beste yapanların çok sık başına geldiğini de belirtiyor kaynaklar. Ben kendimi kriptomnezi sırasında suç üstü yakalamıştım ama ya farkına varmasaydım? O zaman ne olacaktı? Yazacağım “yeni Paul Auster romanı” neye benzeyecekti acaba? Tabii kelimesi kelimesine aynı romanın ortaya çıkmayacağı aşikar. Bu noktada, Don Kişot’u bire bir yeniden yazmış olmasına rağmen farklı bir metin olduğunu iddia eden Borges’in Pierre Menard’ını hatırlamamak mümkün mü?
Benim başıma gelen bu olayı çok daha ciddi boyutta yaşamış başka bir yazarın macerasına bakarsak belki o kadar da karamsar olmamak gerektiğini söyleyebiliriz. Nabokov’un Lolita’sından söz ediyorum. 1955 yılında yayımlanmış olan roman bir edebiyat öğretmeninin pansiyoner olarak yerleştiği evin kızına tutkulu bir aşkla bağlanmasını, bu uğurda hiç hoşlanmadığı halde kızın annesi ile evlenmesini ve “şans” eseri gerçekleşen annenin ölümünden sonra kızla sapkın bir aşk ilişkisi yaşamasını konu alır. Edebi göndermeler ve oyunlarla dolu olan eser bazılarına göre hayasız bir hikaye, erotik motiflerle süslü bir romandır; kimilerine göreyse Dostoyevski, Kafka çizgisinde gerçeküstücü bir ironi yapar Nabokov. İçeriğinde dolayı çok tartışılan eserin kaynakları da hep inceleme konusu olmuştur. Gerçek hayattan kimi hikayeler -örneğin Charlie Chaplin’in ikinci karısı Lillita Grey’le ilişkisi ya da o dönem gazetelere düşen bir FBI ajanının genç bir kızı kaçırması olayı- öne sürülmüştür Lolita’nın ilham kaynakları olarak. Gerçi Nabokov çok farklı bir hikaye anlatır Lolita romanının fikrini nasıl bulduğuyla ilgili olarak: Bir gün gazetede bir haber okur. Fransa’da doğa bilimleri müzesindeki araştırmacılar bir maymunu resim çizmeye zorlamışlardır. Maymun eline tutuşturulmuş kömür parçasıyla kafesinin parmaklıklarını resmetmiştir ilk olarak. Bunu okuduğumda, der Nabokov, Lolita romanının hikayesi düştü aklıma.
Tipik bir kriptomnezi vakası olmaya aday
Esin perisinin işine akıl sır ermiyor tabii. İnsanın aklına en olmadık zamanlarda çok garip şeyler getirebiliyor; galiba o gelenin ilham olduğunu fark etmek yaratıcılığın ilk adımını oluşturuyor. Buraya kadar bir sorun yok Nabokov açısından. Ancak ikibinli yılların başında Micheal Maar imzalı bir kitap yayımlandı, adı The Two Lolitas ve de çok ilginç bir iddiaya yer veriyor. Lolita’nın bire bir hikayesi Heinz von Lichberg imzasıyla Almanya’da 1916’da yayımlanmış! Üstelik o öykünün adı da Lolita! Maar Nabokov’u aşırmacılıkla suçlamıyor ama bu öyküyü yıllar önce okuyup unutmuş olabileceği ve sonra da kendi fikriymiş gibi yeniden keşfederek yazmış olabileceğini söylüyor. Bir başka deyişle tipik bir kriptomnezi vakası olmaya aday görünüyor Lolita!
İyi ki Nabokov aklına gelen düşüncenin eskiden okuduğu bir öykünün kopyası olduğunun farkına varmamış demekten başka bir şey kalmıyor bu noktadan sonra. Yoksa dünya edebiyatının klasikleri arasında sayılan bu roman hiç yazılmamış olacaktı.
Ayrıca şunu da söylemeye hakkımız var: Bir eser sadece hikayesine, yazarın üslubuna ya da bir anlatım tekniğine indirgenemez. Yazılan tüm kitaplar, yazarlarının belleğinde önceden okuduklarının yeniden şekillenmesiyle oluşur. Bu yüzden de bazen bir kitap bir çok kitabı, yazarı, kültürü bünyesinde barındırabilir. Elbette yaratıcı yazarın orijinallik iddası bakidir, ulaşmak istediği en önemli hedeftir. Ama yine de hep bir kuşku kalacaktır içinde…
Nabokov iyi ki Lolita’yı yıllar önce okumuş olduğunu hatırlamamış! Yoksa dünya edebiyatı bir başyapıttan mahrum kalacaktı. Kaldı ki bir sanat yapıtı sadece bir fikirden, konudan ya da teknikten ibaret değildir.
Murat Bey düzgün bir adam. Hep iyi, çağdaş konulara giriyor. Lagalugaya girmiyor. Beğenerek izliyoruz. Biraz da spor yazısı yazsa keşke.
Yeni yorum gönder