ofsaytı bir türlü anlamayan kızı tanıyorsunuz değil mi? gömleklerini katlayamayan çocukla tutkulu bir ilişki yaşıyorlar. kız ara sıra “konuşmamız gerekiyor” diyor, tam çocuk şuta konsantre olmuşken. hatta ekranın önünden geçiyor… öyle zamanlarda çocuk onun kendisini asla anlamadığını düşünüyor. kızsa sevgilisi bir türlü duygularını ifade etmediği, sustuğu için telaşlanıyor ve onu kendine bağlamanın yollarını arıyor. çocuk ondan vazgeçemeyeceğini düşünürken kız arkadaşlarına “adam gibi adam kalmadı” diyor, çocuk da “abi hatun milleti kafa ütülemeden duramıyor.” kadınların alışverişten, erkeklerin de seks ve futboldan başka şey düşünmediğine herkes emin. ve daha önemlisi, bu iş bölümünden herkes memnun, ara sıra can sıkıntısı ya da hüzün ruhlarına saldırsa da bununla arasında bir bağlantı kurmuyorlar.
partilerin kadın kolları, kadın hareketi, feministler falan varken cinsiyetin siyasi bir kategori olduğuna karşı çıkmak zorlaştı ama toplumsal bir kategori olarak kavranması noktasında son on yılda geriye gittiğimizi düşünüyorum. eskiden ne söyleseniz “toplumsal” diyerek cevap verecek olan marksistler arasında bile “kadın milleti böyle” benzeri mırıltılar duyulabiliyor. özcülük, yani kadınlarla erkekler arasındaki bütün farklılıkların biyolojik yapılarının bir sonucu olduğu düşüncesi adı konmadan savunuluyor. bir cins olarak kadınların ezildiğine itiraz edecek kadar yüzsüz olan az ama neden farklı düşünüyor, farklı duygulanıyor ve farklı eğleniyoruz gibi sorulara takılan pek yok.
cinsiyet farkının ne kadarı biyolojik ne kadarı toplumsal? benim de dahil olduğum kimi feministlere sorarsanız biyolojik olanın altını çizen de toplumsallık. inanmazsanız david bowie’nin dünyaya düşen adam’daki hallerini getirin aklınıza, mesela. kim olduğunu bilmeseniz cinsiyeti konusunda tereddüt yaşamaz mısınız? son yılların en verimli feminist akademisyenlerinden stevi jackson, geçen yaz istanbul’da verdiği konferansta, 17’inci ya da 18’inci yüzyılda yaşamış insanları bugüne getirsek giysilerden ve vücut dilinden dolayı kimin kadın kimin erkek olduğunu anlayamayabileceklerini söyledi. pantolon, yelek, ceket, saç modelleri… şükür, kafa karıştırabilecek çok şey var.
ancak bunlara aklı yatanlar bile annelik içgüdüsü, aksiyon düşkünlüğü gibi noktalarda duraklıyor. acaba gerçekten aramızda, düşünce tarzımızı, kavrayışımızı etkileyen hiçbir fıtri fark yok mu?
avusturalyalı akademik psikolog cordelia fine yüzlerce vakayı inceleyerek yazdığı toplumsal cinsiyet yanılsaması adlı kitabında kadınlar venüs’ten erkekler mars’tan geyiklerini nörolojik açıdan ele alıyor ve bu konudaki bütün klişeleri bir bir alaşağı ediyor. beyin ağırlığı meselesi dahil olmak üzere; varın gerisini siz hesap edin.
fine, sadece “bilimsel” klişeleri değil “bilim”in üretilme sürecini de irdeliyor; denekler hangi sorularla, nasıl yönlendiriliyor? araştırmayı yapanın önyargıları sorular ve hazırlanma biçimlerinde nasıl ve ne ölçüde etkili oluyor? sık sık başvurduğu nörocinsiyetçilik kavramı bile, başlı başına bilimin tarafsız olmadığını göstermesi açısından önemli. bu kavramla açıkladığı gerçeklere hiç değinmiyorum. eğer bu konulara ilginiz varsa bu kitaba bayılacaksınız. ama ilginiz bilimden ziyade cinsiyeteyse zorlanmaya ve “Ve şimdi gördüğümüz üzere klinik olmayan popülasyonlarda yüksek fetüs testesteron daha iyi rotasyon yeteneği, sistemleştirme yeteneği, matematik yeteneği, bilimsel yetenek ya da daha kötü zihin okumayla ikna edici biçimde ilişkilendirilemedi” gibi cümlelere hazırlıklı olun. özellikle, tıp, psikoloji vb konularla ilgilenen herkesin ilgisini çekecek, feministler için de iyi bir kaynak oluşturacak bir kitap toplumsal cinsiyet yanılsaması.
arzulanmama korkusu duymaksızın kötü davranma
adını çok sık duyduğunuz, iyi tanıdığınız bir yazardan söz edeceğim şimdi de size. almanya’da dünyaya gelmiş, ikinci dünya savaşı’nın yarattığı yıkımdan kaçan anne babasıyla birlikte abd’ye göç ettiğinde sene 1923, o da üç yaşındaymış. daha süt içtiği yıllar. çocukluğunu ve gençliğini, yoksul bir göçmen çocuğu olmanın yanı sıra işsiz, hayırsız, alkolik babası karartmış. sivilcelerin başına dert olduğu, içine kapanık bir ergen olarak büyümüş.
her yazarın edebiyatında kişisel hesaplaşmalar, her yetişkinin üzerinde gençliğinin izleri vardır muhakkak ki. bukowski’nin de ömrünün sonuna kadar, kızların yüzüne bakmadığı o ergenlik yıllarının intikamını aldığını söylemek yanlış olmaz. sadece kadınlarla olan ilişkisini kastetmiyorum, ona da değineceğim birazdan ama ergenliğinde sesi çıkmayan bir çocuğun küstahlığıyla nam yapacak bir adama dönüşmesi son derece adil ve makul.
anlatılanlara bakılırsa insan içine çıkabilmesini yine ergenliği sırasında tanıştığı alkole borçlu. içerek konuşkan bir insan olmuş, içki sayesinde kazandıklarının yanı sıra kaybettiği çok şey de var tabii ama onlara ihtiyacı olduğu şüpheli.
şiir, öykü, roman yazdı ve edebiyatı kadar kişiliğiyle tanındı. nedense lağım kokusunu akla getiren vurdulu kırdılı bir hayatı, kullanmaya kıyamayacağınız kadar güzel bir kafayla anlatır. o güzel kafanın habire çirkin ayrıntıları bulup takılması ayrı bir muamma. aynı gezegende dolaşırlar, onlardan sonra yazmaya başlamıştır ama ne vurdu kırdısı ne edebiyatı beat kuşağı’nın yanına bile yaklaşamaz. bağışlayın, gördüğü hayranlığın, yirmili yaşlarını süren erkekler arasında bu kadar popüler olmasının esas sebebinin, kadınlara onlar tarafından, arzulanmama korkusu duymaksızın kötü davranma konusundaki cesareti olduğunu düşünüyorum.
bukowski’ye benzeyen ama ondan farklı olarak yakışıklı olan mickey rourke’un yazarı canlandırdığı barfly adlı filmi görmediyseniz bile namını duymuşsunuzdur. otobiyografik olmakla “hayatımı anlatsam roman olur” arasında gidip gelen (malum yaşanmaya değer olmayan pek çok hayat iyi bir anlatıda cazip hale gelebiliyor) bu filmin senaryosunu da bukowski’nin bizzat kendi yazmıştı. bu senaryonun yazılma ve filmin çekilme sürecini anlattığı hollywood adlı romanı geçtiğimiz günlerde dördüncü baskısını yaptı. barfly’la bağlantılı, bağlantısız pek çok ismin gezindiği bir roman bu… sadece sinemanın ünlüleri değil bir mack derouac da var mesela! hollywood’la ilgili övücü cümleler sarfetmekte zorlanıyorum ama bunda inanın şu tarzdaki bölümlerin etkisi yok:
“Viktor Norman Amerika’nın belki de en tanınmış romancısıydı. Sürekli televizyona çıkardı. Çabuk ve becerikli bir dili vardı. En sevdim yanı feministlerden korkmamasıydı. Erkekliğin ve taşaklılığın Amerika’daki son savunucularındandı. Cesaret isterdi bu” diye yazdığında huysuz ihtiyar, insanın içinden “hakikaten ola ola bu mu?” diye sormaktan fazlası gelmiyor. okuyalım, eğlenelim tabii ama rol modeli almaya niyet edersek erkekler için de yetişkinliğin mümkün olduğunu hatırlayalım.
kitabı türkçenin en başarılı çevirmenlerinden biri olan avi pardo tercüme etmiş, hakkını da vermiş. yalnız bir şeye takıldım, rahmetli can yücel’den rol çalmak istemem ama bizim memlekette kıç deliğine .öt denir, değil mi?
bu iki kitap aynı yazı içinde ne arıyor diye sorabilirsiniz. kadın erkek hepimizin karşısına charles bukowski’nin kötü bir fotokopi makinesinde alınmış siyah beyaz kopyaları çıkmıştır, çıkacaktır. onları sevebiliriz de. bu adamlarla baş etmek, birlikte yaşayabilmek için ihtiyaç duyduğunuz sabır için bir şey diyemem. ama onların neden böyle olduğunu anlamaya çalışırken cordelia fine’ın toplumsal cinsiyet yanılsaması işinize yarayabilir. bukowski kitabının başında “bütün bunlar kurgu” derken gerçeği söylemiyor ama cordelia fine, cinsiyetin bir toplumsal yapıntı olduğu konusunda bütünüyle haklı.
Ayşe Düzkan'ın önerdiği kitap, kadın-erkek arasındaki tutum, düşünme, davranış farklarının toplumsal olduğunu gösteriyormuş. Ben de yıllardır bu farklar üzerinde düşünen, araştıran bir insan olarak şu kanıya vardım.
Kadınla erkek arasında gerçekten çok büyük bir tutum, düşünme farkı var. Eskiden bizim Marksistler bu farkların tümüyle toplumsal olduğunu söylerlerdi. Oysa, toplumsal yapı bile biyolojik yapı üzerinden biçimlenmiştir. Ve bu yüzden bu farkların biyolojik bir temeli var. Gelişmiş memeliler ve Primatlar arasında yapılan araştırmalar da bu farkların biyolojik olduğunu gösteriyor. (Ancak tutucu ve dici tiplerin söylediği biçimde değil tabi ki. Dnlar ideolojik olarak çarpıtıyorlar !)
Ama asıl sorun, bu biyolojik yapı üzerinden biçimlenmiş toplumsal yapının, kadınların ezilmesine, cinsel özelliklerinden dolayı sömürülmesine olanak sağlayacak biçimde kurumlaşmış ve ideolojik üstünlüğü ele geçirmiş olması. Bu tarihsel durum, kadın erkek farkını iyice sekterleştiriyor ve aralarındaki ilişkiyi insani bir ilişki olmaktan çıkarıyor.
Klinik psikolog yazarın araştırma biçimine gelirsek, bu cinsiyet farkları ne dincilerin ve tutucuların yaptığı gibi, ne de bi kadının yaptığı gibi bir yöntemle açıklanamaz. Çünkü aynı olayı -nesneyi izleyen kadın ve erkeğin farklı düşündüklerini ve bu sırada beyinde yaşanan süreçlerin yapısal mı toplumsal mı olduğunu anlayacak bir bilimsel yöntem yok-olamaz da. PET, EEG vb gibi kimi beyin tarama yöntemleri çok abartılı kullanılıyor ve hiç bir zaman insan davranışlarının nedenleri hakkında gerçekci veriler oluşturabileacek yöntemler değildir.
Ancak karşılaştırmalı deneyler ve gözlemlerle bir araştırma yapılabilir. bu da çok kuşkulu sonuçlar doğurur.
Sonuç olarak asıl sorunu yaratan şey-yapı toplumsal kurumlar veideolojilerdir; ama bu durum bunun biyolojik bir kökeninin olmadığı anlamına gelmez.
Öte yandan, bugünün kadınları iyice yabancılaşmış ve yozlaşmış durumdalar. bu rudumda kapitalizmin kültürleşmesinden, tüketim kültürünün ideolojik etkisinden kadınların daha çok etkilenmesi ve bu kapitalist yaşam kültürünü yaşamın-yaşamanın kendisi olarak kavramaları.
güzel bir inceleme yapmış ayşe hanım.Fakat bilmediği bir ayrıntı var.Bukowski'yi kadınlar daha çok okuyorlar ve onun yaşadığı dönemde de okuyorlardı.malesef onun şiirlerini ve öykülerini fazla okumadığı açıkça ortada olan birinin yaptiığı değerlendirmelerde doğal olarak balonun içine üflenen nefes kadar kalıcı olabiliyor.
yazının; yazarının,bukowski yi gerçek anlamda hiç okumadığını düşündürten kısımlarına kadarki kısmı güzel. bu arada türkçede kıç deliğine .öt değil göt denir. bu da göte kıç deliği de denebileceğini gösterir. bu yazarın ve çevirenin tercihi ve üslup meselesi olsa gerek.saygılar
Bukowski'yi niye sevmem diye düşünür, pek de düşünmeye değmeyecek bir mesele olduğu için, sonuca eremeden geçer giderdim. Bu yazıyla sonuca erdim, aydınandım.
Fuat
Yeni yorum gönder