Feridun Zaimoğlu altmışlı yıllarda Almanya’ya çalışmak için giden ailelerden birinin oğlu. 1965 yılında annesinin kucağında Münih’e vardığında henüz beş aylıktı. Evde sadece Türkçe konuşuluyor, Türkiye anlatılıyordu. Okula başladığında neredeyse tek kelime Almanca bilmiyordu. Ama öğrenmek zorundaydı. Çünkü öğrenmezse öğretmeni onu sınıftan atacağını söylemişti. O da öğrendi.
Almanya’da yaşıyordu ve yaşamaya devam edecekti. Yaşadıkça da kendisini o toplumdan ayıran şeyin sadece dil olmadığını, ne yaparsa yapsın o toplumun dışında kaldığını, ama yine de orada yaşamak zorunda olduğunu anlayacaktı. Hayatı ve dünyayı orada tanımıştı. Orası Almanların olduğu kadar onun da vatanıydı. Ama ona öyle davranılmıyordu.
Diğer Türk gençleri gibi onun da içinde, bu anlamlandıramadığı haksızlığa karşı bir öfke büyüyordu. Bu gençler sadece kendilerinin tanıdığı bu sorunu dile getirmek için her yolu deniyordu. Yollar tıkandıkça da öfke şiddetleniyordu. Kartel grubu yaptıkları müzikle bu acıyı anlatmaya çalışırken, Fatih Akın bunu sinemasıyla yapmak istedi. Feridun Zaimoğlu ise yazarak dile getirecekti. Ve öyle bir dile getirdi ki bütün Almanya onu konuşmaya başladı. Sinemada Fatih Akın’ın yaptığını o da edebiyatta yapıyor, Almanlara, yan yana yaşadıkları Türkleri bir kez daha, bu kez içerden gösteriyordu. Üstelik de bunu Türklerin yarattığı bir Almanca ile yapıyordu.
Oradaki Türkler, özellikle ikinci ve üçüncü kuşak, kendine özgü bir kültür, hatta bir dil oluşturmuşlardı. Zaimoğlu da o dille yazıyordu. İlk kitabının adı “Kanak Sprak” sonradan bu dilin de adı oldu. Türklere hakaret amacıyla yaratılmış bir kavramdı “Kanak”. Zaimoğlu buna sahip çıktı, hakaret içeriğini sildi ve gururla taşınan bir sıfat haline getirdi. Bu ilk kitabının yayınlanmasıyla birlikte Feridun Zaimoğlu bir anda kült yazar haline geldi. Sonraki birkaç kitabında da aynı dili kullanıp aynı kültürü anlattı. Ancak Zaimoğlu bunun çok daha ötesinde bir yazardı. Sadece bir altkültür yazarı olarak kalamazdı.
Leyla romanı onun altkültür yazarlığından evrensel yazarlığa attığı büyük adımdır. Burada kullandığı Almanca daha “normal”, işlediği konu daha “başka”dır. Leyla’da bu kez, oradaki Türkleri değil, Türkleri oraya getiren koşulları anlatmıştır. Kısacası, kırk yıl sonra Anadolu’ya, kopup geldiği yerlere dönüp bakmış, acıyan köklerinin gömülü olduğu toprakları görmek ve göstermek istemiştir.
Bir yandan o dönemin Türkiyesine, toplumuna, ailesine, komşuluk ve arkadaşlık ilişkilerine, dış dünyadaki büyük olayların gündelik hayata yansımalarına bakarken, diğer yandan da bir genç kızın iç dünyasına bakarız Leyla’da.
Doğu Anadolu’nun, adı romanda anılmayan küçük bir şehrinde geçen Leyla, genç bir kızın dünyasını olduğu kadar ellili yılların atmosferini de yansıtır. Her şeyi beş çocuklu bir ailenin en küçük kızı Leyla’nın gözünden izleriz. Yazar zaman zaman araya girse de Leyla’nın bakışı, Leyla’nın algısı, Leyla’nın yorumudur her şey. Babanın nedensiz öfkesi, hırçınlığı ve kaba kuvveti önce küçük bir kızın, sonra da bir genç kızın sözcükleriyle anlatılır. Aşk böyle anlatılır. Dostluklar, ihanetler, entrikalar, aile sırları, dış dünyada olup biten kocaman kocaman şeyler... hep böyle anlatılır; bir genç kızın hayalleri, vücudunda meydana gelen değişiklikler, çevresini saran gelenekler, ritüeller de...
Yazarın, bir erkek olmasına rağmen kadınların dünyasını, üstelik de hemen hemen hiç yaşamadığı topraklardaki kadınların dünyasını, onların adetlerini, geleneklerini, ritüellerini bu kadar iyi anlaması ve anlatması, üstelik de bütün bunları, bir yanıyla hep Türk kalmış, ama eğitimi, bakışı ve özellikle de dili Alman olan bir yazarın yapmış olması, belki de ilk kez bize kendimizi daha önce hiç görmediğimiz bir aynada görme olanağı veriyor. Çünkü Leyla’nın çok farklı bir yapısı, çok farklı bir kurgusu ve alışık olmadığımız bir dili var.
Onun Türkiye’yi anlatan bir roman olması, bütün kahramanların, isimlerin, yer adlarının Türkçe olması, hatta yazarın adının soyadının Türkçe olması ve metni Türkçe okuyor olmamız zaman zaman bizi yanıltabiliyor. Alıştığımız romanlardaki şeyleri bekleyebiliyoruz. Alıştığımız tasvirleri, karakterleri, bakış açılarını ve gözlemleri bekleyebiliyoruz. Oysa Leyla, anadili olmasa da eğitim, büyüme ve dünyayı algılama dili Almanca olan ve dünyayı Almanya’da tanımış bir yazarın elinden çıkmıştır. Unutmamak gerekir ki bizi bize değil, bizi başkalarına anlatmak için yazılmıştır.
Bir Alman eleştirmenin (Volker Weidermann) dediği gibi Leyla, “gerçek, güzel, yabancı” bir kitaptır. Onlar için yabancıdır. Yine aynı eleştirmenin sorduğu gibi: “Almanya’nın gerçeği nedir? Bu kitapta bu yok. Leyla, Leyla’nın henüz adı konmamış oğlunun Almanya’ya gelmesiyle son buluyor. O burada büyüyecek. Görünüşe göre, büyüyünce de yazar olacak. Tıpkı kendi yaratıcısı gibi, sahip olduğumuz en iyi yazarlardan biri olan Zaimoğlu gibi.”
Zaimoğlu onların yazarıdır. “Yaşayan en iyi, en ilginç Alman yazar,” diyor bir başka eleştrmen onun için. Leyla bir Alman romanıdır. Onlara bilmedikleri bir dünyayı anlatan, o dünyadan kopup gelmiş biri tarafından yazılmış bir roman. Ancak Zaimoğlu, belki de işin doğası gereği, bu dünyayı Almanlara anlatırken, onlara yaklaştırırken, bize uzaklaştırmış, biraz da yabancılaştırmıştır.
Bunun bir benzerini Orhan Pamuk da yapar. Onun romanlarının çoğunun, bizi dış dünyaya anlatmak için yazıldığı söylenebilir. Orhan Pamuk buradan bakıp, buradan gördüklerini onlara anlatır. Zaimoğlu ise oradan bakar ve dönüp yanındakilere anlatır. Her ikisi de ne yaptıklarını, nerede durduklarını bilirler. Ama örneğin Elif Şafak bilmez. Bu bir anlamda, yanan bir evin içindeki birinin anlattıklarıyla, o eve uzaktan bakan birinin anlattıkları gibidir. İçerde can acısı, sıcak, panik, şiddetli duygular vardır. Dışarda ise soğukkanlı, kaygılı, sessiz, ama insani duygular vardır. Çığlıklar atmaz dışardaki. Orhan Pamuk içerdedir, ancak evin serin bir köşesine çekilmiştir. Zaimoğlu ise dışardadır, içeriye koşup herkesi oradan çıkarmak ister. Elif Şafak ise daha acayip bir şey yapar. O içerdedir, kendini dışarda görür ve dışardan bakıp, onların diliyle içerde olanları yine bize anlatır ve sürekli kendini dışarı atmak ister.
Leyla Almanya’da yazılmış bir roman olsa da kökleri buradadır, acıyı hem kalan kökler, hem de kopup gidenler çekmiştir. Bu, çalışmak ya da başka bir şey uğruna buralardan gidenlerle, onların burada bıraktıklarının ortak trajedisidir.
Feridun Zaimoğlu, anadiline hoş geldin!
Yeni yorum gönder