Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Çağımızın Tedirgin İnsanı



Toplam oy: 1995
Hakan Bıçakçı
İletişim Yayınevi

Yazarların yılda bir -hatta iki, üç- romanla boy gösterdikleri edebiyat dünyasında Hakan Bıçakcı işi ağırdan alıyor. Yerinde bir tercih. Kariyerini başından beri yakından izlediğim genç yazar kuşağının önemli temsilcilerinden Bıçakcı, son romanını 2007’de yayınlamıştı. Yeni romanı “Karanlık Oda” üç yıllık bir çalışmanın ürünü. Bir kez daha ekonomik bir anlatımı tercih etmiş, kısa ama etkileyici bir roman çıkarmış

Tekinsiz


Kahramanının bir belediye otobüsünde uyuya kalması ve şöför tarafından son durakta uyandırılmasıyla başlıyor “kabus”:


“Karanlık koridorun içinden tanımsız bir karanlığa çıktım. Otobüs, sımsıkı tutulmuş bir nefes gibi bekliyordu. Hareketsiz... Gergin... Sessiz... Derme çatma otobüs durağında ışık yoktu. Hiçbir yerinde herhangi bir semt ismi yazılı değildi. Durağın, az önce içime doğan uzaklık hissini doğrulayan ilkelliğine bakarak şehrin epey dışına çıkmış olduğumu hafif bir panik eşliğinde ürpererek anladım. Merkezdeki ışıklı, reklam alanlı, haritalı, oturma bölümlü, boyalı, üzerinde semt isimleri belirtilen, birörnek, şık duraklardan yirmi yıl gerideydi karşımdaki baraka. Beni yirmi yıl önceki bir şimdiki zamana bırakan boş otobüs sarsılarak çalıştı, daha da eski bir zamana doğru ağır ağır uzaklaştı. Farkında olmadan tutmuş olduğum nefesimi bıraktım. Işıksız, çirkin, kimsesiz bir meydandaydım.

Roman kahramanının gördüklerini kendi bakış açısından izliyor, bir rüyanın içine çekiliyoruz. Uyanıktır genç adam, ama algıları, gördüğü nesneleri imgelerle ifade edişi hem anlatıcının şaşkın ruh halini sergiliyor hem de uykusundan henüz uyanmamış olduğu duygusu yaratıyor.

Gecenin ilerleyen saatlerinde loş ışıklı boş sokaklarda sığınacak bir yer ararken karşısına çıkan lokantada tuhaf bir garsonla karşılaşır. Karnını doyurmakla kalmayacak, kendisine gösterilen kırık dökük bir odada sabahlayacaktır. Ertesi gün geceyi tamamlayacak tuhaflıkta geçen bir taksi yolculuğuyla Taksim’e döndüğünde her şeyi geride bıraktığını düşünebilirsiniz. Tersine, hikaye işte bundan sonra başlayacak, hayatını büyük bir iş merkezinde fotoğrafçı dükkanı işleterek sağlayan ama gönlü fotoğraf sanatçılığında olan genç adam, vücudundaki kızarıklıkları fark edecektir.

Katılacağı sergiyle kafası meşgul kahramanımız önceleri kızarıklıkları ve sızları önemsemese de, kızarık sayısının her sabah artıp yaraya dönüşmesiyle doktora girmek ihtiyacı duyar. Bunların ısırık yarası olduğunu öğrenmek rahatlatıcı ama kimin ısırdığı belirsizdir. Isırıkların nedeni anlaşıldığında sorunla yüzleşmenin, o “tuhaf” geceye ve semte yeniden gitmenin zamanı gelmiştir...

Tek bir hikayenin içinde dolaşmak

 
“Karanlık Oda” tek bir kişiye odaklanan az sayfada kotarılmış bir roman. İnsan sayısının azlığı hikayenin eksikliğinden değil, kahramanın yalnızlığından. Öncekiler gibi, yalnızlık ve yabancılaşma bu romanın da ana teması. Aslında roman isimlerine baktığımızda bile Bıçakcı’nın ilgi alanı çıkıyor ortaya. Mekanlar, rüyalar, korkular, birbirine karışmış zamanlar...

Tam bu noktada Bıçakcı’ya yöneltilebilecek en meşru eleştiriyi ihmal etmeyelim; şimdi geriye bakıp yazdıklarını hatırladıkça, hikayeler hikayelere, temalar temalara, kişiler kişilere karışırken sanki bütün kariyerinde tek bir roman yazmış da hep onu okuyormuşum hissine kapılıyorum. Belki de ne demek istediğimi daha iyi açıklayabilmek için bir önceki romanı “Boş Zaman” üzerine-üç yıl önce- yazdığım değerlendirmeden bir alıntı yapmalıyım;

“Daha ilk romanı "Romantik Korku"da başlamıştı ruhu daralan insanların kararan hayatlarını anlatmaya. “Romantik Korku”, fantastik öğelere yer vermesiyle sonraki romanlarından biraz farklıydı ama yazarın takip edeceği çizgiyi işaret etmesi açısından önemliydi. İkinci romanı “Rüya Günlüğü” “Apartman Boşluğu” ile benzerlikler barındırır. İstanbul’un yüz binlerce apartmanından birisinde sevgilisiyle tekdüze bir hayat sürdüren, ekonomi dergilerinden yaptığı çevirilerle geçinen genç bir adamın kabuslarını anlatan “Rüya Günlüğü”nde gündelik hayatın içinden, sıradan ayrıntılardan, huzursuzluk veren rastlantısallıklardan kaynaklanan gerilim öğesi yine rüyalarla zenginleşmişti. Benzer temaları “Boş Zaman”da da işledi Bıçakcı; kim olduğunu, hangi zamanda ve mekanda bulunduğunu hatırlamayan roman kahramanının uyanışıyla –ve “uyanış” bölümüyle- başlayan hikaye, adamın hayatındaki karanlık noktaların adım adım çözüldüğü ancak her çözümün bir kara deliğe dönüştüğü karabasan atmosferinde ilerliyordu. Aslında bütün gerilim kahramanın içine düştüğü o kimliksizleşmeden, bireyin manasını yitirmesinden, kendisini hayata dışarıdan bakan bir yabancı gibi hissetmesinden kaynaklanmıştı.”

Yukarıdaki değerlendirme “Karanlık Oda” için de geçerli değil mi? Roman kahramanı, kahramanın rüyaları, dolaştığı klostrofobik mekanlarıyla, gerilimli atmosferi, yalnızlık ve yabancılaşma temalarıyla, evet; okuduğumuz tam bir Hakan Bıçakcı romanı... Apartman, ev, sokak, meydan, giderek kent tasvirlerinin temalarla bütünlük sağlaması konusunda yine çok başarılı.  Bıçakcı. Kimi zaman ıssızlığı, kimi zaman kalabalıklarıyla ürkütücü kentler, kentlerin bireyin yabancılaşmasını elle tutulur, gözle görülür kılmış. Bıçakcı’nın romanlarındaki gerilim, Brecht’in göre Kafka’nın “Dava”sındaki en önemli nokta olarak işaret ettiği büyük kentlerin sonu gelmez, karşı konulmaz büyümesinden duyulan korkunun 21.yüzyıl Türkiye’sindeki karşılığından başka bir şey değildir. Bu kentler dolaylı ilişkilerin uçsuz bucaksız labirentini, modern ya¬şama biçimlerinin getirdiği bölünmeleri, karmaşık, karşılıklı bağımlılıkları dile getirirler. Ve bu kentlerde yaşayan küçük burjuvaların hissettiği yalnızlık ve yabancılaşma hayatın atomize oluşundan, “yabancılaşma olgusunun insanı artık neredeyse bütünüyle kendi buyruğu altına alacak boyutlara varmış oluşundan, insanları kendi gölgelerinden ibaret kişilere dönüştürmüş bulunuşundandır”. 

“Karanlık Oda”nın İstanbul’u feth etmeye gelmiş ama koşullara yenik düşmüş kahramanını kötü kabuslarla boğuşturan işte bu kuşatılmışlık, gölgeye dönüşmüşlük hali.  Ancak hayalleri ile direnebiliyor metropol içinde kimliksiz kalıp kaybolup gitmişliğe; 

“Alternatif bir hayatın hayali yakamı bırakmıyordu. Bedenimde diş izlerinin olmadığı, dünyaca ünlü bir fotoğrafçı olduğum bir dünya. Aslında bu dünyadan çok, o dünyada yaşıyordum. Zihnimde daha çok yer tutuyordu çünkü bu alternatif hayat. Ankara yerine Londra’da, Berlin’de, Viyana’da sergi açtığım, fotoğrafçılığın gündemini belirleyen yayınlarda çalışmalarımın yer aldığı, stüdyoma gelenlerin vesikalık çektirmek isteyen vatandaşlar yerine fotoğraf eleştirmenleri, küratörler, dünyaca ünlü modeller olduğu bir hayat. Dişlerimin kendi bedenimde değil, stüdyoma gelen modellerin üzerinde iz bıraktığı bir dünya. Bu sendrom hiç değişmeyecekti. Personel odasındaki yatağımda yatarken de oradan kurtulup İstanbul’un iyi bir semtindeki kendi fotoğraf stüdyoma geçmenin ve ara sıra da sergi açmanın hayalini kuruyordum. Sürekli. Uzun uzun. Tüm ayrıntılarıyla. Otelden çıkamadıkça otelin dışındaki hayal daha gerçekçi bir hal alıyordu.”

Hayal edilenlerle gerçeklik arasındaki uçurum metropol insanlarının ortak paydası olduğu halde aynı zamanda onları birbirine yabancı, hatta düşman kılıyor. Ötekileştiriyor. Sadece sınıfsal farklılıklardan kaynaklanmayan, kendimiz dışındaki herkese yönelik ötekileştirme refleksinin arkasında kuşkusuz yoğun bir engellenmişlik hissiyatı yatıyor. İşte bu nedenle, Türkçe yazılan romanlarda son yıllarda metropol korkularının sıklıkla işlenir hale gelmesi, toplumsal bilinçaltının yazınsal ifadesi biçimde okunmalı. 

Bir şeyleri ifade etmek mutlaka önemli, ama daha önemlisi okuma yapılacak eserin okunmaya değer olmasıdır. Bıçakcı’nın edebiyatı yerinde. Neyi nasıl anlatacağını iyi biliyor. Zaman zaman yükselttiği gerilimi absürde varan komik sahnelerle dengelemesi, şimdiki anı aydınlatan “flash backler”i, hikayeye kattığı tuhaf kişileri, ama en çok da kaybeden kahraman tipleriyle okuyucuyu hemen yakalayacak romanlar yazıyor Bıçakcı... “Karanlık Oda”, yazarla ilk kez tanışacak okuyucuları şaşırtacak bir roman. Seveceklerinden hiç kuşkum yok. Doğrusu ben de severek okudum. Ancak devamlı bir okuru olarak hikayesi fazla tanıdık geldi bana; bir dahaki romanında artık yeni bir hikayenin içine çekilmeyi umuyorum.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.