Türkçeye “yer siyaseti” şeklinde aktarılan bir terim jeopolitik. Bir ülkenin sosyal, ekonomik, kültürel müktesebatını, özellikle de iç ve dış politikasını daha çok coğrafî konumunu merkeze alarak inceleyen bilim dalı. Buna göre, değişkenleri ve sabiteleri; sadece tarımı, hayvancılığı, madenciliği, tekniği, kültürü, ticareti, nüfusu değil askerî örgütlenmeyi, güvenliği, diplomasiyi, stratejik bakışı, çekirdekten çevreye yayılacak siyaseti de etkiler, kademelendirir, hizaya sokar.
1967’de yayımlanan Devlet Ana, Osmanlının son ve Cumhuriyetin ilk dönemine yoğunlaşan Kemal Tahir’in, kronolojik açıdan en uzağa düşen romanı. Ertuğrul Bey’in öldüğü 1290’da başlayıp 1299’da Bilecik’in alınmasıyla biter. Olay örgüsü, birbiriyle irtibatlı iki düzlemde çatılır. Kuzeybatı Anadolu’daki Kayıların var oluş ve yayılış mücadelesi, genel çerçeveyi oluşturur. Özelde ise başkahraman Kerim’in mollalığı bir süreliğine bırakması ve ağabeyi Demircan’ın katillerini bulup cezalandırması işlenir.
Romana yerleşen jeopolitiğin iskelesi, Asya Tipi Üretim Tarzı’nın gölgesinde dikilir. Murat Belge, “büyük ulusal anlatı” ve “Türklerin kökeni” meselelerini tartıştığı Genesis adlı kitabında (İletişim Yayınları, İstanbul 2009, s. 58-59), ATÜT kısaltmasıyla da bilinen bu anlayışın, 1960’larda Türkiye’de de gündeme getirildiğini söylemektedir. Karl Marx, Kapital’i yazmaya başlamadan önce, bazı notlarında ve Engels’e gönderdiği mektuplarda bu konuya yer vermiştir. Buna göre, tabiatın insanın karşısına ciddi güçlükler çıkardığı (sel, kuraklık, çölleşme, bataklık vb.) yer ve durumlarda, üretim ve bayındırlık faaliyetleri ancak büyük çaplı örgütlenmelerle gerçekleştirilebilir. Bu örgütlenme, devleti zorunlu kılar. Hâkim olduğu yerlerde de kişi veya zümrelerin elinde güç ve sermaye birikimine izin vermez. Böylece, devletle halk arasında özerkliğe sahip kurumlar veya ara tabakalar da oluşmaz. Devletin hem egemenliği hem de yardımsever hâmiliği, bireylerden bağımsız bir biçimde devam eder. Kemal Tahir, son yıllarında epeyce tadilata tâbi tutmakla birlikte, bir dönem bu görüşü geliştirmeye ve Türk tarihine, özellikle de Osmanlı dönemine uygulamaya çalışmıştır. Ona göre Batı, gelişimini bin türlü kötülükle, sömürgecilikle, zulümle sağlamış ve bu tutumunu zamanla içselleştirmiştir. Kölelik, derebeylik, feodalite, burjuva aşama ve karışımıyla, Yunan ve Latin kültürü, Hristiyanlık ve pozitivizm alaşımıyla meydana gelen Batı’nın sınıflara bölünmüş farklı bir yapısı, üretim ilişkileri, din, felsefe, siyaset anlayışı vardır. Doğu toplumları ise söz konusu aşamaları bilmez. Bunun nedeni de coğrafî şartların, mülkiyete ve insana bakışın, sınıfların oluşmasına ve mücadelesine elverişli olmayan yaşayış, yönetim ve düşünme biçimiyle iç içe geçmesidir. Çoğu Doğulu toplum ve bu arada Osmanlı toplumu sınıfsızdır. Yazara göre, Batılı olmayan biri zorla Batılı olamaz; Batılı biri de ne kadar çabalasa Doğulu bir kimlik ve benliğe kavuşmaz (Notlar / Batılaşma, Bağlam Yayınları, İstanbul 1992, s. 156.).
Ekin, köylü, ekmek, dünya
Kemal Tahir, zaman zaman konum bilgisi vererek ilerletir, romanı ayaklandıran mevzuyu. Yer siyaseti ile ilgili duruşun uzak ayağı, Konya’yı merkeze koyacak şekilde Anadolu’dadır; yakın ayağı ise Söğüt’ü üs edinecek şekilde Marmara’dadır. Yazar, mezkûr görüş gereği, Anadolu’yu dahası Marmara Bölgesi’ni, ancak “devlet” gibi güçlü bir örgütün başa çıkabileceği çetin doğa koşullarının bulunduğu bir alan olarak göstermeye girişir. Abartılı bir şekilde bataklıklardan, sel baskınlarından, ırmakların yatak değiştirmesinden, tabiatın arzın üstüne yığdığı güçlüklerden söz eder. Rum hancı Mavro, bu bağlamda, romanın en kötü kişisi olan Saint-Jean şövalyesi Notüs Gladyüs’e önce hızlı bir fizikî ve beşerî coğrafya dersi, Marmara merkezli bir jeopolitik özeti verir. Babasından işittiğine göre, Sakarya Irmağı üç kez yatak değiştirmiştir. Savunmada ırmağın imkânlarından yararlanan hisarlar, bu yatak değişikliği yüzünden zorda kalmıştır. Türk’ün, Moğol’un kolayca sürüp gelmesi de bundandır. Aynı zamanda bölgede büyük bir batak oluşmuştur. Bu batağın bir ucu Simav Gölüne, Koca Suyun kaynağına dayanır, bir ucu da Karadeniz’e kavuşur. Yollar kaybolmuş, ticaret kesada uğramış, kervan işlemez olmuştur. Halkın günden güne yoksullaşması bu yüzdendir. Bunu engelleyecek, ıslah edecek bir irade, bir devlet de kalmamıştır bölgede. Mavro, ortaçağ romanslarında, efsanelerinde sıkça karşılaşılan bu zorluk türü, bu doğal canavar, bu “çorak ülke” arketipiyle ilgili tafsilatlı izahı şu sözlerle bağlar: “Eskilerde, sular hiç densizlik edemezmiş, çünkü dizgin vururlarmış ağızlarına kayzerler, sultanlar, sert başlı hayvanlar gibi… Sular kudurgan olursa ekin olmaz, ekin olmazsa köylü olmaz, köylü olmazsa ekmek olmaz, ekmek olmazsa dünya batar…”
Kemal Tahir; kafasında dönüp duran o düşünceyi, bir irade etrafında toplanarak el birliğiyle çalışmanın önemini dahası devletin gerekliliğini göstermek için sadece Türkiye’nin değil belki de dünyanın en verimli, bereketli, öteden beri etkili bir tarım düzenine ve çeşitliliğine sahip bir coğrafya parçasını, Marmara bölgesinin önemli bir bölümünü batağa kurban edip bırakır ki şaşırmamak elde değildir.
Bazı yazarları fazlasıyla heyecanlandıran “at, avrat, pusat” edebiyatı, Kemal Tahir’i kesmez. Onun ötesine geçmek isterken zorladığı gerçeklik de bazen büsbütün güme gider. Romanda Osman Bey de Mavro’dan aşağı kalmaz elbette. Kendisini henüz pek ciddiye almayan Şeyh Edebali’yi, iyi hazırlanılmış bir brifing eşliğinde aydınlatır: “... Şeyhim, çünkü salt Anadolu çoraktır, verimsizdir. Hele bu gün derisi yüzülmüş, eti soyulmuştur. Yolları silindiğinden kervan işlemezdir. Suları azgınlaştığından her tarafı bataktır. Masraflı devlet besleyemez. ... Konya’nın taht şehri olması için, Basra’ya kadar Irak’ı, Sudan’a kadar Mısır’ı Anadolu’ya katması gerekir. Ayrıca İstanbul’un su yolunu ele geçirip Marmara çevresiyle Balkanlar’ın verimli topraklarını da, sınırları içine alması gerekir!”
Yeni yorum gönder