Durmadan doldurduğumuz, kimi kapaktan kapağa minik harflerle kapkara, kimi yarım bırakılmış onca dağınık defter sayfalarında, hepimiz biraz Oğuz Atay olmak isteriz. O dörtnala düşünce akışı, o birbirinden uçuk serbest çağrışımlar, o abuklama benzeri derin felsefilik, ‘en acıklı anlarda bile güldürücü sözler bulabilmek’… Yanına yaklaşabilene aşk olsun, ama yine de hep hayal kurulur, şu defterleri biri açsa, okusa, ne güler, ne eğlenir, ne samimi bulur diye. Hatta belki yayımlanır bile! Orhan Duru (ve Burak Fidan'ın) Az Roman'ı böyle bir defter galiba. İçinde çeşit çeşit tekerlemeler, aforizmalar, intizarlar, iltifatlar, hayaller ve hayaletler var. Bu kalabalığın içinde romanı bulmak biraz zor. Her şey son derece şeffaf ve değişken. Tam bir yerinden yakaladım derken elinizden kayıp gidiyor; yeni baştan sayfaların uçurumunda, maniler girdabında bir dala tutunmaya çalışıyorsunuz.
(Görsel çalışma: Melanie Crownover)
Zaten Orhan Duru kitabın girişinde, “Belki de güncel yaşamımızda içine düştüğümüz saçmalıkları yazıda da yürütmek istiyoruz,” diyor. Ona göre, bu yöntemin klasik romanla da bağlantısı var; Cervantes'i örnek alan bir 'toplama ve yığma' girişimi. Anlatının iyi kötü bir çekirdeği -Kıyak Otel, Burak Fidan, Perihan Hanım, ressamlar, şairler, kediler, prostat, vs.- var, bir de ani zaman / mekan sıçramalarıyla karşımıza çıkan ünlüler ve az ünlüler, hatıralar, genelgeçer fikirler, güncel olaylar, tarihsel hikayeler, siyasi eleştiriler… Öte yandan, her şey bir sayıklama, sanrı ve düş gerçekliğinde cereyan ediyor. Duru'nun iki kez hatırlattığı Heidegger'in sözü gibi: “Hayat akılla algılanmaz.” Yani kitap hayat gibi karmaşık, saçma, birbirine nereden bağlandığı pek de belli olmayan yığınla şeyden ibaret. Bir çeşit tasnifsiz arşiv: yığılmış, biriktirilmiş ama derlenip toplanmamış. Yazara göre, burada da iş okura düşüyor:
“Az Roman'ın getirdiği sorunsalları çözmek gibi bir kaygım yok. Siz okurlar, bu bilmeceleri, şifreleri siz çözeceksiniz. Bildiğiniz gibi Az Roman okumak az buz bir şey değildir. Ben uğraşacak değilim.” (s. 92).
Boşlukların yalvacı
Peki hangi sorunsallar bunlar? Roman türünün kati sorgulayıcılığını şart koşan Kundera'dan hareketle düşünürsek Az Roman neyin romanı? Küresel ısınmadan emperyalizme, istihbarat teşkilatlarından medyanın yozlaşmasına, kapitalist eleştiriden bienallere, şehirlerin çimentolaşmasından yazarlarla eleştirmenler arasındaki bitmeyen 30 Yıl Savaşları'na kadar onca konu üzerine kelam eden kitabın esas meselesi tabii ki bunlardan hiçbiri değil. Duru her ne kadar “Halk hiçbir zaman tam okumaz; okuduğunu da anlamaz,” (s. 71) dese de benim okuduğumdan anladığım kadarıyla Az Roman boşluğa dair. Bu boşluk; bazen bozkır, bazen uzay, bazen zaman, bazen midemiz, bazen hayaletler, bazen can sıkıntısı, ama çoğunlukla hayat olarak karşımıza çıkıyor. Hayalet Oğuz var mesela, 46 yaşında 46 kilo iken ölmezden evvel, 'gerçek bir boşluk uzmanı olarak, kendi evinde değil başkalarının evinde bir boşluk gibi' yaşamış, 'böylece boşlukçuların yalvacı' olmuş.
Hafızalarımızı pek rağbet görmeyen bitpazarları gibi ıncık cıncıktan temizleyemezken, yani kafalarımızın içi, hayatımız ve bu kitap sayısız ufak ayrıntıyla, şahsiyetle, anıyla dopdolu, hınca hınç kalabalıkken -ve ben yazının ilk yarısında bunu söyleyip durmuşken- şimdi boşluktan bahsetmek de neyin nesi peki? Çoklukla boşluk bir olur mu? Belki de olur. Sonsuzluk ve sıfır gibi. Big Bang ve evren gibi. Yoksa Sokrates'in hocası Prodikos, “Ölümle yaşam, hastalıkla sağlık arasında hiçbir fark yoktur.” der miydi? Kitaptaki Candidevari bahçe diyaloglarının da işaret ettiği gibi, bir bahçeyi bahçe yapan çiçekler ve bitkiler kadar boşluklardır da...
“Bir bahçe düzenlemenin yaşamı toparlamak kadar güç ve karmaşık olduğunu yeni öğrendim. Bitkiler duruma göre ya kuruyor ya kavruk kalıyor ya da umulmadık bir biçimde gelişip boy atıyorlar. Renk renk çiçek açıp meyve veriyorlar. Ama bununla bitmiyor. Her seferinde kısa zaman aralıklarıyla bahçeyi otlarla kaplı buluyoruz. (...) Günümüz bunları toplamakla, ayıklamakla geçiyor. (...) Büyük bir savaş. Oysa buraya geldiğimizde doğa içinde mutlu bir yaşam süreceğimizi sanıyorduk.” (s. 119)
Yeni yorum gönder