Everest yayınlarının ilk romanlara verdiği ödülü bu yıl Bedi Gümüşlü’nün “Mivvel”ine verildi. “Mivvel” bir ilk roman ama yazarı edebiyatın yenisi değil. 1964, Antakya doğumlu Bedi Gümüşlü, hikayeleri ile Gila Kohen Öykü Yarışması’nda birincilik, Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması’nda mansiyon derecesi almış. Dilerim uzun ve başarılı bir kariyerin başlangıcıdır.
Yazarlık kariyerine başlarken kazanılan ödüller cesaret kazanmak açısından mutlaka önemli. Yayınevlerinin yeni yazarlara açılması açısından da öyle. Everest yayınlarının ödüllendirilen kitapları yayımlaması kuşkusuz edebiyatımıza bir katkı niteliğinde. Hafızaları tazeleyelim; 2006 yılında Tarkan Barlas’ın ‘Lanetli Oda’sı ile Güldem Şahan’ın ‘Gülgez’i arasında paylaştırılan ödül 2007’de Muhammed Munis'in “Uzak Hayat”, 2009’da Hamide Göğen’in “Tu Ağacı” romanlarına verilmiş, 2008 yılında ödüle değer dosya bulunmamıştı. Ve ne yazık ki Everest yayınları ilk roman ödülü kazanan yazarların ikinci romanlarını okuma şansı da henüz bulamadık.
Uzun havalar hüzünlüdür
“Mıvvel”in anlamını merak etmişsinizdir; Arapça’da “hüzünlü, uzun hava” demekmiş. “Mivvel” de geçmişlerden bugüne uzanan hüzünlü bir hikaye anlatıyor.
Yağmurlu bir Ankara akşamında işlenen bir cinayetle açılıyor perde. Öldürülen Nebil, öğrencilerin çok sevdiği, hatta Sibel’in aşık olduğu bir adam. Neden “hain”likle suçlandığı, ölmek üzereyken Sibel’in kulağına fısıldadığı defterin neleri sakladığı, üzerinden çıkan sahte kimliği Nebil’in hayatını ve romanın hikayesini bir anda esrarengiz bir havaya büründürüyor.
Olay yerinden kaçan Sibel, korkmasına rağmen Nebil’in son arzusunu yerine getirecek ve hayatı pahasına defteri bulacaktır. Şimdi hem kendisinin hem defterde adı geçen Çiğdem adlı bir kadının hayatı tehlikededir. Sibel, temas kurduğu Çiğdem’in Nebil’in eski bir arkadaşı olduğunu öğrenir. Nebil ve Çiğdem, aynı silahlı örgütte yer almış, birlikte Suriye’ye kaçmış ve örgütten birlikte ayrılmış iki dost. Örgütün onlara sormak istediği bir hesap var. Hikayenin polisiyelere özgü muamması katilin kimliğinden ziyade bu sır etrafında derinleşiyor.
Nebil’in hayatının şimdiki zamanında Ankara’nın üniversitelileriyle karşılaşacaksınız. Kimisi siyasete, kimisi sanata, kimisi edebiyata meraklı kadınlı erkekli bir gurup genç... Suat ve Yusuf , Nebil’in de ders verdiği -resim kursu açan- bir dershanenin ortakları. Sibel’in arkadaşı Leyla, Suat’ın sevgilisi. Yoksulluk sıkıntıları eken Neval, Yusuf’u karşılıksız bir aşkla seviyor. Nebil’e kendi gençliğini hatırlatan hemşerisi Akif’se Sibel’e aşık. Abdullah ve İlhan, Akif’in solcu ev arkadaşları. Erol, biraz felsefe eğitimi görmüşlüğüyle insanlara tepeden bakma hakkı olduğunu sanan bir “kaybeden”. Bir de Leyla’nın etrafında kimliği belirsiz bir gölge dolaşıyor.
Bedi Gümüşlü, roman kişileri ve ilişkileri üzerinden bugünkü üniversite gençliğindan kesitler vermiş. Ama romanın dramatik yanını güçlendiren Antakya ekseni. Nebil’in ailesi, özellikle de abisi Müeyyet. Kardeşinin ölüm haberini alan, cenazeyi getirmek için Ankara’ya giden Müeyyet’in iç hesaplaşması, geçmişle şimdiki zamanın birbiriyle kaynaştığı en başarılı bölümler.
Sona gelindiğinde Çiğdem, Sibel, Akif, Müeyyet, tetiği çekenler ve çektirenler Antakya’da, Nebil’in gömüldüğü Dokuz Sultan Tepesi’nde bir araya gelecek, yüzleşecek ve uzun hava sonlanacaktır...
Siyasi mi Polisiye mi?
“Mivvel”in hızlı akan, merakla okunan bir hikayesi var. Bunu yazarın başarı hanesine kaydedelim. Ancak kurgusunu zayıf bulduğumu da eklemeliyim. Adorno, “Gerektiği gibi yazılmış metin örümcek ağına benzer: Gergin, eşmerkezli, saydam, sıkı örgülü. Uçuşan her şeyi kendine çeker. Arasından geçmeye çalışırken ağa yapışıp kalan metaforlar, onu besleyen aylardır. Konu ve malzeme kendiliğinden ona doğru kanat çırpıyordur” demişti. “Mivvel”in yan hikayelerinin, kişi ve olaylarının, kişiler arası diyaloglarının merkeze doğru kanat çırpmasından söz etmek zor. Özellikle Ankaralı gençlere ilişkin anlatımlar bir başka romanın malzemesi olmaya daha uygun gibi geldi bana.
Hikayenin akışını bozan bir başka faktör Bedi Gümüşlü’nün henüz üslubunu oturtamaması. Geneline yayılmıyor, ama ayrıntıları yakalamaya çalışan uzun cümleleri –özellikle olmak kökünden türemiş kelime tekrarları- zaman zaman ahenki bozmuş. Bir alıntı yapalım;
“Telefonun çalmasına kendisinin de Macit'in de alışık olmamasının nedeni, kimsenin onları aramıyor olması kadar, telefon gibi aygıtlara kayıtsızlıktan ve çok az kişiye numaralarını vermiş olmalarıydı. Onlara göre, geçmişte nasıl yaşanmışsa şimdi de öyle yaşanabilirdi. Yeni olan her şey insanları birbirinden uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramıyordu; bu, insanların birbirleriyle daha kolay haberleşmeleri için icat edilmiş telefon gibi bir şey olsa bile.”
İçerik açısından da itirazlarım var: “Mıvvel” için geçmişten bugüne uzanan ve siyasi bir tınısı olan bir arayışın, hesaplaşmanın romanı yorumları yapıldı. Yukardaki kısa özet de böyle bir yorumu destekler gibi görünüyor. Ama siyasi polisiye diyebilir miyiz “Mivvel” için? Sorunun yanıtı siyasetten ne anladığınıza, biraz da tarih bilincinize bağlı. Evet, hikaye sol bir örgüt ve örgütün militanları etrafında kurgulanmış. Peki ama bu örgüt kimmiş, neymiş, bir zamanlar neden silahlı eylemlerde bulunmuşlar anlaşılıyor mu? Bir zamanlar Mehmet Eroğlu’nun ilk dönem -"Issızlığın Ortasında", "Yarım Kalan Yürüyüş" ve "Geç Kalmış Ölü"- romanları hakkında da enı değerlendirmeyi yapmıştım, “Mıvvel” için de aynı şeyleri düşünüyorum; karakterlerin politik kimliklerini kaldırıp yerine bir çete ilişkisi koyan, zaman ve mekanı 30'ların Amerika'sına taşıyan bir okuma yaparsak hikayede hiç bir değişiklik olmaz. Çünkü bu kişilikleri tanımlayan siyasi duruşları, ulusal özellikleri ve yaşadıkları zaman dilimi değildir. Bu karakterler, yaşamları kayıp bir kimlik/sır etrafında kesişen –ihanet, aldatılmışlık ve şiddet dürtüleri ile eyleyen- insanlar; onlar polisiyelere özgü sterotipler.
12 Eylül konulu değerlendirmelerimde ısrarla üzerinde durduğumu bir başka meseleyi de hatırlatmakta yarar görüyorum: 12 Eylül sonrasında Türkiye devrimci hareketine yönelik içerden ve dışarıdan eleştirilerde, kadın-erkek ilişkilerindeki tutuculuğun ve örgütsel yapılardaki, siyasi eylemlerdeki şiddetin önemli bir yeri var. Ama bu eleştiriler, eleştirenin duruşunu göstermenin dışında bir zenginlik taşımaz. Çünkü, devrimci hareketin öznelerinin tarihten ve toplumdan soyutlanmışçasına bugünkü hayata ve kabul gören değerlere göre yansıtılmaları, geçmişte yaşanmış toplumsal alt-üst oluşların ve siyasi pratiklerin kendi bağlamlarından, genel siyasi, toplumsal ve ekonomik durumdan yalıtılarak, sanki bir takım gençlerin heyecan olsun diye giriştikleri silahlı-külahlı eylemlere indirgenmesi, bırakalım etik ve teorik problemleri, mantıksal olarak da “saçma”dır. Ne bu tarz eylemlerin hiç gerçekleşmediğini, ne anlatılan devrimci tiplere hiç rastlanmadığını, ne de o yapılarda kadın-erkek ilişkilerinin çok sağlıklı olduğunu söylüyorum. Ama, bütün bunlar, bir toplumun o ana kadar yaşanmış toplumsal kültürünün, devletin baskıcı politikalarının, varlığı bugünlerde daha netleşen ülkücü-polis-siyasetçi işbirliğinin dışında; soyut bir zamanda ve mekanda, soyut bir ideal insan referansıyla yazılıp çizildiğinde, ortaya çok güdük ve eksik bir geçmiş tablosu çıkıyor.
Oysa, hele ki Antakya merkezli bir romanda, varlığı gerçek Antakya kökenli radikal bir devrimci örgüt hakkında daha gerçekçi ve kavrayıcı bir yaklaşımda bulunabilir, dinlerin, dillerin, kültürlerin kaynaştığı bu çok özel şehirde bir silahlı örgütlenmeyi -isim de verelim; THKP- Acilciler örgütünü- doğuran koşullar hiç değilse sezdirilebilirdi. Geçmişle hesaplaşmanın önemli bir ayağı saydığım siyasi polisiyelerin teşhir işlemini sadece örgüte uygulamış Bedi Gümüşlü. Toplum ve devlet kısmı hafif kalmış.
Ama yine hüzünlü; Sadece Nebil’in ve diğer ölen devrimcilerin geçip gitmiş, yitirilmiş hayatlarına yakılan bir ağıt değil... Teker teker hangi roman kişisinin hayatına baksak aynı türden bir eksiklik, engellenmişlik, sonuçta mutsuzluk duygusuyla karşılaşıyoruz. Bu duyguları inandırıcı kılabilmesi bile övgüye değer.
Eleştiriyi yanıtlama gibi bir niyetim yok, ama yazılarını çok önemsediğim Ömer Türkeş'in Mıvvel ile ilgili eleştirisinde, kitaptan aldığı alıntı ile ilgili maddi bir hatayı belirtmek istiyorum.
Alıntı şöyle: “Telefonun çalmasına kendisinin de Macit'in de alışık olmamasının nedeni, kimsenin onları aramıyor olması kadar, telefon gibi aygıtlara kayıtsızlıktan ve çok az kişiye numaralarını vermiş olmalarıydı."
Doğrusu (kitaptaki cümle) ise şöyle: "Telefonun çalmasına kendisinin de Macit'in de alışık olmamasının nedeni, kimsenin onları aramıyor olması kadar, telefon gibi aygıtlara kayıtsızlıkları ve çok az kişiye numaralarını vermiş olmalarıydı."
saygılarımla,
bedi gümüşlü
Yeni yorum gönder