Denemeleri, özellikle de edebiyatçıların kaleme aldıkları denemeleri iki nedenle yakından takip etmeye çalışıyorum. Öncelikle, söz konusu yazarın hayat hikâyesine ilişkin merakımı gidermek amacıyla; ne de olsa hikâyelerinde, romanlarında kendilerini ustalıkla gizlemeyi bilen edebiyatçılar, denemelerinde kalemlerini çoğunlukla çok daha rahat hareket ettirirler. Böylelikle yazarın kurgu eserlerinden yola çıkılarak yapılabilecek “hatalı” değerlendirmelerin önüne geçilebilir. Örneğin Faruk Duman’ın, Pîrî Reis’in Kitab-ı Bahriye’sinden esinlenerek yazdığı ve bir Osmanlı paşası olan Yusuf’un gemisiyle birlikte yaptığı gerçeküstü yolculuğu anlattığı ilk romanı Pîrî’yi okuduğumda, kendisinin denizle olan ilişkisinin çocukluğuna dayandığını düşünmüştüm. Pîrî romanının ardından Faruk Duman’ın, yine Pîrî Reis’in Kitab-ı Bahriye’de dünya denizleri hakkında bilgi verdiği bölümü Yedi Deniz ismini vererek “yeniden yazması” bu görüşümü perçinlemişti. Ne kadar yanıldığımı ise geçtiğimiz günlerde yayımlanan Adasız Deniz: Ve Aperatifler / Defterden Notlar’ını okuduğumda anladım. Bu kitabındaki “Adasız Deniz” başlıklı denemesi şu cümlelerle başlıyor: “Açıkça söylemem gerek; denizle bağım yok benim. Çocukluğumda, yani gördüklerimin ve işittiklerimin beni altın bir küre gibi biçimlendirdiği dönemlerde, denize ilişkin hiçbir bilgi edinmedim. Yaşadığım şehirler de uzaktı kıyılara; hayatımın yirmi yılını bozkırda geçirdim. (...) Bugün artık denize kıyısı olan bir kentte yaşıyorum; ama artık benim için çok geç, bundan sonra denize çokça bakacağım; gerçi bir yenilik olmayacak bu. Bozkırda uzanmış tarlalara bakar gibi bakacağım denize.” Dolayısıyla Pîrî romanına yeniden dönüp baktığımda, şu satırlar ardına “gizlenmiş” Faruk Duman, artık daha görünür oluyor benim için: “Eskiden, çocukluğumun puslu zamanlarında yani, deniz benim için, önünde durup saatlerce bakılası geniş, mavi bir düzlük idi. Bu geniş, mavi düzlükte ben, sararmış ekinler görüyordum, birbirinin üzerine devrilen, rüzgârın etkisiyle. (...) Çocukluğumun puslu zamanlarından sıyrılıp da denizler enginine açıldığımda anladım ki, ben meğer, gözlerimin önünde uzayıp giden denizi, hayal edermişim.” Kişisel ayrıntılar bir yana, Faruk Duman’ın “Ağaçlar, Papağanlar ve Başka Acayip Şeyler”, “Narsız Olur mu?” ve “Kaplan” gibi denemelerinin de, diğer eserlerindeki baskın unsurlara (masalsı anlatım, doğa vd) pencereler araladığı söylenebilir. Bu pencerelerden içeri doğru atılacak meraklı bakışların elbette bir nedeni var; “çünkü insan, bir yanıyla, sadece önüne gelenle yetinen değil; işin ardını, aşama ve püf noktalarını kurcalayan bir yaratıktır da. Hele yapılan belli bir oranda kabul, takdir görmüşse, kişiyi harekete geçiren duygular (alkış, yerinde olma isteği, haset, vb.) hangileri olursa olsun, o ‘yemek’ ya da ‘tatlı’ kadar, ‘tarif’in hatta ‘şefin sırları’nın peşine de takılabilmiştir.” (Yazarın Kuramı: Eserimi Nasıl Yazdım?, İshak Reyna’nın sunuşu, İletişim Yayınları, 2010, s. 9)
Beni edebiyatçıların kaleme aldıkları denemelere yaklaştıran diğer neden ise, yazarların –kaçınılmaz olarak– kitaplara ilişkin düşüncelerini de ifade etmeleri. Bir nesne olarak kitaba nasıl baktıklarını, bir eylem olarak okumaya yaklaşımlarını, kütüphaneleriyle ilişkilerini, yazdıkları ya da okuduklarıyla ilgili görüşlerini okumak, yeni ve farklı okumalara sürüklenmenin anahtarı olarak da değerlendirilebilir – bir şekilde gözden kaçmış kitapları hatırlatmaları ya da kütüphanede hep göz önünde olmakla birlikte bir türlü ele alınamayan kitapları okuma isteğini körüklemeleri anlamında... Örneğin Duman’ın “Acınası Karakterler” başlıklı denemesini okuduktan sonra, Turgenyev’in “Han” öyküsü nasıl yalnızca “kahraman” odaklı okunabilir ki.
“Kitaplarımı çizemem. Sayfaların kenarlarına notlar almak, üzerine Faruk Duman-3 Haziran 2001 gibi bağlayıcı ifadeler yazmak bana göre değildir. Hele sayfaları kıvırmak, kitabın kulağını çekmek gibi gelir bana.” Kitaba bir “nesne” olarak yaklaşımda, yukarıdaki cümlelerden yola çıkarak, Faruk Duman’la aynı fikirde olunmayabilir, ama denemelerine bu kadar “yararcı” bir gözle bakmama karşın, şu sorusuna olumlu yanıt vermemek mümkün değil: “Okumak, bir kazançtır. Ama ben kazanç sözcüğünü oldum olası sevmem, bu yüzden bunu okuma sevinciyle yan yana koymak gerektir. Sevinç de çok şey kazandırmaz mı insana? (...) Gecenin bir vakti, uykunuz kaçmışsa uyanıp Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’ini okursunuz. Bu, bende böyle oluyor, düşünüzde o sevimli, kararsız kızı görmenize yarıyor. Bir de boynu bükük âşığını. Adam Petersburg sokaklarında başını omuzlarına gömerek eller cepte kabolup gidiyor, sabaha karşı teninizden fışkıran birbirinden renkli sözcüklerle uyanıyorsunuz. Gerçekten, Beyaz Geceler gibi bir kitabı birkaç saat içinde okuyup bitirmek kadar insanı ne mutlu edebilir?
Yeni yorum gönder