Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

iki kişi seven iki defa ölürmüş, öyle mi?



Toplam oy: 1345
Anais Nin
Everest Yayınları

henry ve june, anaïs nin’in ömrü boyunca tuttuğu günlüklerin arasında 1931’in sonundan başlayan ve 1932 yılının sonuna dek uzanan bir yıllık bölümünün gözden geçirilmiş yeniden basımı. yazarın cinsel ve romantik hayatı üzerine odaklanmış bu anlatı okurunu çokeşlilik ve kadın cinselliği üzerine düşünmeye teşvik ediyor.

 

bir kadının kocası ve birçok aşığının olması, aristokrasiden devralınmış, pek tabii ki bir erkeğin karısının ve birçok aşığının olması adetine eşlik eden bir gelenek.

 

 

çokeşlilik her sınıf, medeni hal ve yaştan erkeğin kendisine tanıdığı bir hak ama kadınların evlilikle çokeşliliği birlikte yürütmesi, sadece yazarın aktardığı iki savaş arası dönemde değil her zaman bir azınlığa mahsus oldu.

 

 

anaïs nin’in, babası kübalı, aynı ülkede büyümüş olan annesi ise fransız danimarkalı melezi. baba müzisyen, anne şarkıcı. nin 1903’te fransa’da dünyaya gelmiş, yazıya çok küçük yaşlarda ilgi duymuş, annesi, babasından boşanınca çocuklarıyla birlikte ispanya’ya gitmiş, bir süre sonra new york’a göçmüşler, anaïs nin burada ressamlara modellik yapmış. ilk evliliğini 1923 yılında, yirmi yaşındayken yolunun tekrar düştüğü küba’da bankacı hugh parker guiler ile gerçekleştirmiş; guiler de sanata ilgi duyan bir adam nitekim sonraki yıllarda deneysel filmler çekiyor. birlikte paris’e göçmüşler, guiler burada da bankacılık yapıp bolca para kazanırken anaïs nin yüksek gelir sahibi çiftlerde adet olduğu üzere şık bir hayat örgütlemiş ve pek adet olmadığı halde yazmaya başlamış. hakkında hiçbir şey bilmeden günlüğünü okursanız ağzında gümüş kaşıkla doğduğunu sanırsınız. lüksle, refahla arası iyi olan bir kadın.

 


ilk kitabı o yıllarda az tanınan ve bol bol lanetlenen d.h. lawrence üzerine, onun cinsellikle ilgili açık üslubuna destek veriyor. 1939’da guiler ile birlikte avrupa’da patlayan savaş yüzünden new york’a dönmüşler.

 

 

 

(rubert pole)

 

 

 

nin kırklı yaşlarında, o çağa gelmiş her sorumluluk sahibi kadın gibi kendinden çok genç (tersi olsa dert edilmeyecek bir rakam; on altı yaş) bir adam olan rubert pole ile birlikte olmaya başlamış, ilişkilerinin sekizinci yılında, çok az kadının cesaret edebileceği bir şekilde, hugh guiler ile evliliği sürerken onunla da evlenmiş! durum 1966’da yasal olarak patlamış, 1977’deki ölümün kadar pole ile ilişkisi sürmüş, nin’in kitaplarının yayın hakları 2006’da ölene kadar pole’un elinde.

 

kitaptan anladığımız nin yaşadığı sırada günlüklerini eşine değilse bile yakınlarına okutuyor. eşinin dizinin dibindeyken onun bilmediği şeyleri yazmaktan da haz alıyor. bu sizi yanıltmasın, kocası hugo’yu da suç işlemek kadar seviyor.
hugh guiler, günlüklerin ilk yayımlanışında adının geçmesine izin vermemiş, ölümünden sonra, 1986 yılında yayımlanan henry ve june onunla ilgili anlatımlar da içeriyor. aynı adlı philip kaufman’ın yönettiği ve henüz kariyerinin başındaki uma thurman’ın june’u canlandırdığı film de 1990 yılında gösterime girmişti.

 

 

 

(nin ve miller)

 

 

 

nin ve guiler’in paris’te yaşadıkları dönemin bir bölümünü aktaran henry ve june’un merkezinde iki evli çift var; hugo ile anaïs ve henry ile june. hugo ve anaïs bugünlerde “açık evlilik” olarak adlandırılan şeyi yaşamaya karar vermiş. miller çiftiyle tanışıyorlar. anaïs önce june’la, onun new york’a gitmesinin ardından o sıralarda yengeç dönencesi’ni tamamlamak üzere olan henry miller’la yoğun bir aşk yaşıyor.

 

henry ve june, her anlatı gibi birden fazla katmanda tahlil edilebilir. anaïs nin’in dili, uslubu güçlü ve çekici. ancak anlatımı, herhangi bir günceden bile daha kendine dönük.


nin’in anlattığı dönemde duygu dünyasının merkezinde henry miller var. ama ilgisi onunla sınırlı değil. hatta adını andığı bütün erkeklerle ve kimi kadınlarla bir tür romantik ya da cinsel bağlantı kurduğunu, tükenmez bir istek ve enerjiyle flört ettiğini söylemek yanlış olmaz. mesela, henry miller’la gittikleri mekânda yanına oturan yakışıklı bir macar’la flörtü adamın elini onun eteğinin altına sokmaya çalışmasıyla son buluyor. hugo’yla dansa gidiyorlar, nin bir yandan eşiyle dans ederken pistte partneriyle dans eden başka bir erkekle bakışıp gülüşüyor.

 

bu oburluğu cinsel arzularının gücüyle açıklamak mümkün değil çünkü okudukça nin’in tutkulu cinsel birleşmelerinin pek azında doyuma ulaştığını görüyoruz. belki tam da bu yüzden olabilir mi açlığı?


bu yönde bir ipucu daha: klitorisi, hugo ile gittikleri bir tür genelevde para verip birbirleriyle sevişmelerini izledikleri iki seks işçisi sayesinde öğreniyor.

 

 

anaïs, henry miller’ı bir yazar ve entelektüel olarak çok takdir ediyor. ona karşı hissettiği arzu ve aşk çok yoğun. ondan uzak kalmayı bir tür fiziksel acı, bir arada geçirdikleri zamanları ruhsal ve bedensel bütünlüğe ulaşmak olarak yaşıyor. aklınıza gelen soru, uzun zamandır birçok kadının aklından geçenle aynı. madem bu kadar âşık, neden başkalarına gerek duyuyor?

 

 

 

erkeklerin her seviştikleri kadın için bir çentik atmaları metaforunu biliriz. bu çentik zaferin, fethin işaretidir; peki fethedilen, teslim alınan nedir? bir erkek bir kadın onu arzuladığında mı kazanır zaferi, onun bedeni aracılığıyla doyuma ulaştığında mı?

 

 

 

 

anaïs nin benzer bir soruyu kendine sorduğunda “arzulanmak” cevabını veriyor. bir erkek onu arzuladığı, güzel, cazip bulduğunda ancak, özgüveni güçlendiriyor.

 

Pamuk ipliğine bağlı

 

 


kendini bir nesne olarak özenle yaratma süreciyle entelektüel faaliyetleri arasında büyük benzerlik var; saçının tarayışı, giysileri, iç çamaşırları, takıları… her biri anılar, estetik ve kültürel göndermelerle, akla geldik gelmedik binbir anlamla yüklü. güzellik daha da önemli onun için. nitekim o heyheyli günlerin içinde burnunun ucuna estetik bir müdahale yaptırıyor. ama insanın benliğinden doğmayan özgüven pamuk ipliğine bağlı. endişeleri bitmek bilmiyor, hem arzularının nesnesi hem de rakibi olan june’dan daha güzel olabilir mi? ya june’un önceki kadın sevgilisi jean’dan? psikanalistinin karısından?

 

 

bir yandan da birçok derdini hayal gücüne sığınarak hallettiğini de görürüz; çocuklukta mazur görünen bir biçimde hayali arkadaşlarıyla uzun uzun sohbet edip huzura kavuştuğu az değildir. birden fazla gerçeklikte yaşar, olup biten, olmasını hayal ettiği, değişik insanlara anlattıkları hep farklıdır ve buna yalan dendiğini bilir.

 

(hayatının sonraki dönemlerinde, iki farklı adamla aynı anda evliyken iki farklı soyadıyla resmi belgelerinin bulunduğu büyük bir cüzdanı olduğu ve bu halin yıllarca sürdüğü anlatılıyor.)


june benliğinde yarattığı arzu ve henry ile ilişkilerini etkileme tehlikesiyle, bir hayalet gibi hayatında o bir yıl boyunca. anaïs aşkı yaşarken ahlaki bir sebebin kendisini tereddüde sürüklemesine izin vermez. june içinse ahlak bir yükten öte bir bayağılıktır. yalan söyler, baskı kurar, kandırır, para ve çıkar sağlamak için cazibesini kullanır, aynı amaçlarla cinsel hizmet vermeye de hazırdır.

 

öte yandan nin’in aktardığı ve aktarmadığı detaylardan miller çiftine maddi olarak büyük destek verdiğini görürüz.
anaïs için hugo’nun nefret ettiği bankacılıktan kazandığı parayla kurduğu ev ve hayat çok değerlidir, zaman zaman henry’nin evinde yemek pişirse de ev işi yapmayı hiç düşünmez. henry, june’dan ayrılıp onunla evlenmek istediğini defalarca söylemesi anaïs’i mutlu eder ama bu teklifi kabul etmeyi bir an bile aklından geçirmez.

 

henry romantik ve erotik dünyasının merkezindedir ama hugo’nun maddi manevi desteği, eduardo’nun yakınlığı, fred’in hayranlığı, allendy’nin ilgisi olmadan bütünleşmiş olamaz. çokeşlilik onun için özgürlükçü ya da hedonist bir proje değil, yaşamsal bir gerekliliktir.

 

 

 

anaïs nin, erkeğe ve kadına mahsus olan şeylerin neden böyle sayıldığı sorgulamıyor. ama hayatının pek çok yönüyle bu sınırları ihlal ediyor. henry ve june’da konu üzerine düşünmek isteyenler için bol malzeme ve epey edebi tat var.
 


 





Yorumlar

Yorum Gönder


bunu yüreğine sığdıramayanlar da ikilesin..-sokak, herhangi bir an

43%
57%

"Bunu yüreğine sığdırabilen sığdırsın." Matta 19-12

43%
57%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.