Türk edebiyatının genç ve yaratıcı yazarlarından Güzide Ertürk’e hayatını değiştiren kitapları, kelimelerle olan ilişkisini, yazma ritüellerini, ona ilham veren kişileri, şehirleri, unutamadığı yazarları sorduk.
Eskiden kelimeler sadece bir ayrıntıydı. Sayfaların arasında gezinen, paragrafları dolduran kum taneleri gibi. Zamanla kelimeler üzerine daha çok yoğunlaştım. Taşıdıkları derin anlamdan ziyade, insanların kelimelere yükledikleri anlamlar beni şaşırtıyor. Mesela “canavar” dediğimizde herkesin aklına farklı bir görüntü düşüyor. “Mutluluk” kelimesinin bir çocuğa fısıldadıklarıyla, bir yetişkine fısıldadıkları o kadar farklı ki. Kelimelerle ilişkimizin sonu gelmez bir çeşitliliği var.
Kitapların ve yazarların hayatımı şekillendirmede çok büyük bir yeri var. Orta okul yıllarında sınıf arkadaşlarımdan birinin babası kitapçıda çalışıyordu. Arkadaşım pek bilinmeyen, farklı kitaplardan bahsederdi. Bir gün okula Ali Ural’ın Posta Kutusundaki Mızıka isimli kitabını getirdi, yeni basılmıştı. Arkadaşım önce kendi okudu, sonra ondan ben ödünç alıp okudum. Hatırlıyorum, Posta Kutusundaki Mızıka sene içinde sınıfta dolaşıp durmuştu. Gençlik yıllarımda elimden düşürmediğim kitaplar arasındaydı. O zamanlar Ali Ural’ın bir gün benim hocam olacağını ve bana yazarlığı öğreteceğini bilmiyordum. Ama bu güzel tesadüfü çok severim.
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını bir solukta okumuştum. Ölü Evinden Hatıralar beni sarsmıştı. Meraklanarak Dostoyevski’nin hayatını da okumuştum. Marquez’in romanları, Calvino’nun öyküleri, Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi. Böyle giderse sonu gelmez bir listeye başlayabilirim. Genel olarak söyleyecek olursam, okuduklarımı zamanla içselleştirdim. O yüzden okuduğum her satır bende biraz iz bıraktı.
Kitaplar, dünyaya ve insanlara farklı bir açıdan bakmayı öğretti. Ama bu çok bilinçsizce bir öğrenmeydi. Ben onları bir şeyler öğrenmek için okumuyordum. Okurken huzur bulduğum, sayfaların bana sunduğu dünyalar arasında gezinmeyi sevdiğim için okuyordum. Zamanla, bu alışkanlığımın beni farklı biri yaptığını anladım. Toplumun dayattığı kurallar dışında bir dünyanın var olabileceğine inandırdı. Bir elmaya sadece meyve olarak değil, güzel bir şiirin ışığında bakabiliyorum. Göğe bakınca havadurumunu değil, Turgut Uyar’ı düşünüyorum mesela.
Ama onları birer kullanma kılavuzu olarak görmüyorum. Bu kendiliğinden gelişen bir süreç. Kelimeler havaya, suya, toprağa karışıyor ve hayatınıza yön vermeye başlıyor.
Çocukken, henüz hayatı yeni yeni anlamaya çalıştığım zamanlarda masal kitaplarının beni büyülediğini hatırlıyorum. Onları büyük bir tutkuyla okumasaydım, ilerleyen yaşlarda kitaplara bu kadar düşkün olur muydum bilemiyorum. Babamın çocukluğundan kalan Allah Rahatlık Versin diye bir masal kitabı vardı mesela. Benim için değerini hiç kaybetmedi. Evimizde büyük bir kütüphane vardı. Raflarda sıralanan kitapları merak ediyordum ama hiçbiri çocuk zihnime hitap etmiyordu. Ansiklopediler, bilimsel, dini kitaplar… Araya sıkışmış pek görünmeyen kitaplar da vardı. Onları fark etmek bana derin bir haz veriyordu. Babamın masal kitabı dışında bir de roman bulmuştum Bir Çalgıcının Seyahati. Yine babamın gençlik yıllarından kalan bir kitap bulduğuma sevinerek heyecanla okuduğumu hatırlıyorum. Annemden kalan yadigarsa Küçük Kadınlar kitabıydı. Çocukken çok sık kitap okuduğumu hatırlıyorum. Geceleri uyumazdım. O kadar hızlı okurdum ki, bazen arkadaşlarım kalın kitapları hemen bitirdiğıme inanmazlar, sayfaları atlıyor musun diye sorarlardı. Ömer Seyfeddin Hikayeleri, Mustafa Ruhi Şirin’in Her Çocuğun Bir Yıldızı Var kitabı, Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’sı ve sayamayacağım birçok kitap.
Çalıkuşu’ndaki Feride karakterini kim unutabilir? Şeker Portakalı’ndaki Zeze bende derin izler bırakmıştı. Senelerce elimden düşürememiştim kitabı. Daha çok çocuk kahramanlarla bağ kurduğumu hatırlıyorum. Bir de Türk masalları. Kitaplığımda ilkokuldan kalan bir kitap duruyor. Beşinci sınıfa gidiyormuşum. İlk sayfasında “Güzide, 5B sınıfı” yazıyor. Öğretmenim hediye etmişti diye hatırlıyorum bu kitabı. Elimden düşürememiştim. İçindeki devler, ejderhalar beni büyülemışti.
Sevdiğim yazarlardan ve kitaplardan vazgeçemediğim gibi farklı türlere açık bir okurum. Her sene açıp okuduğum, sayfalarını karıştırdığım kitaplar var. Ahmet Hamdi Tanpınar bunlardan biri mesela. Onun yazdıklarını açıp okumak dertleşmek gibi geliyor. Bunun yanında yeni yazarlar, farklı türler keşfetmeyi de seviyorum.
Yazmak için zamana ve mekana ihtiyacım oluyor fakat yıllar içinde katı alışkanlıklarımı esnetmeyi öğrendim. Gürültülü ve kalabalık yerlerde de yazabileceğimi, bazı alışkanlıkların işimi sadece zorlaştırdığını keşfettim. Geceleri yazardım, sabahın erken saatlerinde yazmayı öğrendim. Yazdığım zamanlar evden çıkmazdım, belli bir saatten sonra kalemi bırakmam gerektiğini öğrendim. Günlük akışa uyum sağlayabilmek beni rahatlatıyor.
Yazma ritüelim yok ama ben solak bir yazarım. Kalemi elime almadan hikayeye başlayamıyorum. İlk satırları mutlaka kalemle yazmalıyım. Sonra bilgisayar başına geçip devam ediyorum. Eskiden kalem tutmanın herkes için önemli olduğunu zannederdim ama teknoloji dünyasında giderek “antika” hükmüne geçtiğini anladım. İnsanlar tuşlara basarken daha rahat ediyorlar ama ben kalemi elimde tutmak zorundayım. Her gün yazmıyorum. Bazen uzun molalar verip kalemden ve kâğıttan ayrı kalıyorum.
Bir fikrin yazıya dökülmesi için beni sarsması gerekiyor. Fikir içimde zamanla büyüyor ve yazmadan hiçbir yere gitmiyor. Hiç beklemediğim bir nesne veya olay birden bana ilham kaynağı olabiliyor. Ben İstanbul’da doğup büyüdüm. O zamanlar şehrin bana nasıl ilham verdiğini fark etmiyordum. Ama Amerika’ya yerleştikten sonra İstanbul’daki havayı aramaya başladım. Doğa bu ihtiyacıma çare oldu. Sanatsal etkinlikleri de olabildiğince takip ediyorum. Yolculukları sadece ilham kaynağı olarak görmüyorum, hayatıma yeni değerler kattığı, farklı kültürlerle tanışmama vesile olduğu için seviyorum.
Hüzün bana hep şiirsel gelmiştir. Acıklı bir ağlama değil de suskun bir yas sürecinin şiiri tetiklediğini düşünüyorum. Yaşayıp giderken değil de günler sonra sizi heyecanlandırmayı başaran, seneler geçse bile aynı hazzı size yaşatan olayların şiirsel bir öneme sahip olduğunu düşünüyorum.
Mutsuz, umutsuz, yılgın olduğum anlarda okumak da yazmak da iyi geliyor. Ama ikisinin de ölçüsü var. Öyle anlar geliyor ki kitabın kapağını kapıyorum, kalemi elimden bırakıp sokağa çıkıyorum. Hayata dönüyorum. İnsanların, ağaçların, kuşların da bana söyleyecekleri var. Hayatın şarkısını kaçırmak istemiyorum.
Yetenek önemlidir. Herkes hayatında bir kez olsun güzel bir şiir yazmıştır, unutulmaz bir cümle söylemiştir belki. Ama yeteneği çalışma takip etmezse kuruyup kalıyor. Buna çalışma yerine belki de tutku demeliyiz. Tutkuyla çalıştığımızda hiçbir şey bize yük gelmiyor.
İşini, sanatını aşkla ve özenle yapan herkesi cool buluyorum. Çünkü ortaya çıkardıkları eserler orijinal oluyor. Daha önce düşünmediklerimi, görmediklerimi, duymadıklarımı bana gösteriyor.
Beni hayata bağlayan sözler dönem dönem değişiyor. Bazen bir cümleye veya şiire günlerce takılıp kalıyor, hayata oradan bakıyorum. Mesela bugünlerde Cemal Süreya’nın, “Hayat kısa, kuşlar uçuyor,” şiiri bana çok şey söylüyor. Hayat bize ne sunarsa sunsun, kuşların uçtuğunu unutmamak gerekiyor.
İnsanların beni etkileyebilmesi için biraz hayatın dışına çıkması gerekiyor. Kalabalıkların arasında kaybolmak yerine, bir adım geri atabilmeyi başarmalı. Söylenmiş sözlerin üzerine kendince bir söz eklemeli. Başka insanlardan öğrenmeyi, onları dinlemeyi seviyorum.
Hayatta en mutlu olduğum yer, bütün caddeleri, sokakları, yokuşları, insanları, martıları, denizi, vapuru, trafiği, kavgası, gürültüsüyle İstanbul.
Bir aydır üzerinde çalıştığım bir hikaye vardı, dün son noktayı koydum. Bundan sonrasını kim bilebilir?
Yeni yorum gönder