Bir gün bir gezgin bir saraya gelir; sarayın bulunduğu yer dünyanın en güzel, en büyük şehri, bu sarayda oturan kişi ise dünyanın en büyük, en güçlü hükümdarıdır. Gezgin hükümdarın huzuruna çıkar ve ağzından dökülecek sözcüklerinin hayati olduğunu bilerek fısıldar; bir hikaye anlatacaktır, sadece o büyük hükümdara anlatılması gereken gizemli, olağanüstü bir hikaye… Pek çok masal böyle başlar, tıpkı “Floransa Büyücüsü”nün başladığı gibi. Zira elimizdeki kitap bir yanıyla tam da bu nokta üzerine, hayalle gerçeğin kah birbirinden ayrılıp tarih olduğu, kah birleşerek masallaştığı o gözle görünmez noktaya dair yazılmış bir roman. Salman Rushdie’nin yayımlandığı ve bizde de Türkçeye çevrildiği günden itibaren dikkatleri üzerine çeken, çok konuşulan son romanı: Floransa Büyücüsü...
Bugüne dek yaşamış hükümdarların en azametlilerinden biri, bizim Babür İmparatorluğu dediğimiz Mugal’ın hükümdarı Ekber ve gezginlerin, hikaye anlatıcılarının belki de en şarlatanı Niccolo Vespucci ya da kendine verdiği diğer adlardan herhangi biriyle; Uccello, Mogol dell’Amore… Ekber, çelişkilerle dolu, Tanrı da dahil olmak üzere yeryüzündeki herkesin iktidarını, devamlılığını sorgulayan, göz kırpmadan kelle uçuran gaddar bir vejeteryan sultan! Büyük bir hayali var bu gerçekte de yaşamış tarihi karakterin: Kalıcı iktidar. Ancak bunun olamayacağının da pekala bilincinde. Zaten roman boyunca o büyük kaybedişe doğru giden de ta kendisi. Ancak, günü gelince kendini boğazlayacaklarını çok iyi bildiği zayıf karakterli oğullarının, ona her an arkasını dönmeye hazır danışmanlarının, devlet adamlarının, karılarının ve hatta kendi hayalinde yarattığı mümkemmel eşi Codha’nın bile ona yetmediğini hissediyor, ümitsizce onu yeni düşüncelerle besleyecek, iktidarını gönül rahatlığıyla devredebileceği akıllı, genç bir adamı bekliyor. Daha doğrusu belki de yaşamını değiştirecek o büyük hikayeyi…Bazılarımız bir gün tüm hayatımızı kökünden değişterecek bir hikaye bekler. İşte böyle bir hikaye Sultan Ekber’in kapısını çalmakta gecikmiyor. Ekber’in huzuruna beklenmedik, olağanüstü bir hikayeyle gelen Niccolo Vespucci, bir süre hükümdarın bu isteklerini besler gibi olsa da Ekber, nihayetinde ona da sırtını dönerek kaybedişine doğru ilerleyişini sürdürüyor. Fakat yanlış anlaşılmasın, Ekber ne iktidarını, ne zenginliğini ne de halkını kaybediyor. Rushdie, onun yaşamındaki incecik bir kırılma noktasından Doğu’ya dair kocaman karamsar bir kehanette bulunuyor sadece.
Gelelim Vespucci’nin sıradışı, masalsı hikayesine… Vespucci’nin hayatını kurtaracak hikayenin kahramanı Ekber’in büyükbabasının kardeşi, kayıp Babür prensesi, Qara Koz, yani Kara Göz; en can alıcı yeri ise Vespucci’nin, kendi kaderi üzerinde söz sahibi olmak isteyen bu sıradışı kadın; büyücü Babür prensesi Kara Göz üzerinden Ekber’le akraba olduklarını iddia ettiği bölüm...
Salman Rushdie, insanlığın masallara, büyüye ve efsanelere son bir güç ve hevesle sarıldığı 15. ve 16. yüzyılları seçmiş romanının zamanı için. Aynı anda hem gerçek hem de külliyen yalan olan Vespucci’nin çok, pekçok katmanlı hikayesi aracılığıyla Babür İmparatorluğu’ndan Osmanlı İmparatorluğu’na, Rönesans Floransası’ndan Amerika’ya, yeni dünyaya uzanıyor bu tarihi-büyülü gerçekçi romanında.
Gerçekler erkeklere, yalanlar ve rüyalar ise daha çok kadınlara ait bu romanda. Ve eğer yalan ve rüyanın içinde bir erkek varsa, tuhaf bir şekilde kadınsı özellikleri olan bir erkek oluyor bu ancak. Tıpkı hayalinde yarattığı bir kadına can veren, büyüye inanan Ekber’le, gözünü kırpmadan adam öldüren ancak bütün bunları yaparken uğursuzluktan korunmak için bedeninin çeşitli yerlerini lale dövmeleriyle bezeyen büyük savaşçı Argalia’nın kadını andıran fiziksel özellikleri gibi. Peki ama neden? Rushdie belki çok da farkında olmadan yapıyor bunu. Romana adını veren Floransa Büyücüsü Kara Göz bile karakter olarak damgasını vuramıyor hikayeye, gözümüzün önünde güzel bir büyücü dilberden öteye giden herhangi bir görüntü belirmiyor. Roman boyunca Vespucci’nin hikayesinin sonuna saklanan büyük sırrın, bizi bir ana tanrıça figürüne götüreceğini umuyor, zannediyor ancak muradımıza eremiyoruz. “Floransalı Büyücü”nün güçlü kadınları, sözde kalıyor, varlıklarını ancak erkek kahramanlar aracılığıyla tamamlayıp devam ettirebiliyorlar.
Rushdie, Ekber aracılığıyla doğu batı ayrımına, doğunun bugünkü durumuna kendine özel yanıtlar da veriyor bu çok katmanlı romanında, özellikle hikayenin sonlarına doğru yapıyor bunu. Ekber’e göre doğu batının, batı doğunun rüyası… Yazar bu büyük hükümdarın tarihinde, Fetihpur Sikri şehrinin altın gölünün kurumasıyla, yarattığı şehirden göçmek zorunda kalan Ekber’in yaşamında, Doğunun kaderini okuyor. Ancak büyülerle, rüyalarla, karanlık ve kaosla özdeş dişil algılayışı yok saymak, hakir görmek ve bütün bunların üzerine bir kültür inşa etmek üzerine kurulu eril algılayışa teslim olmaktan, yüzlerce yıl doğuya bakan o malum oryantalist göz olmaktan pek de öteye gidemiyor ne yazık ki. Zira Salman Rushdie, ejderhaların varlığını bilen, bunu iliklerinde hisseden bir doğulu olduğu kadar, ne yaparsa yapsın için için ejderhalardan korkan bir batılı aynı zamanda. Fakat hakkını da yemeyelim, ejderlerle yüzleşecek kadar cesur ve yaratıcı olduğu da kesin.
Ancak bütün bunlara rağmen, ne olursa olsun öylesine zengin bir kuyuya daldırıyor ki Rushdie kovasını, onun bir yazar olarak yorumu okur için nihai olmuyor bu romanda. Kimbilir, Floransa Büyücüsü’nün büyülü yanı da belki tam buradan geliyor.
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Oylum öyle bir anlatmışsınki kitabı..hemen şimdi okumak istiyor insan..kitapta senin yorumun kadar güzelmi?
Yeni yorum gönder