müzisyenlerin yazdığı kitaplara şüpheyle yaklaşanlardanım. nick cave’in, adı bukowski’yle birlikte anılarak büyük bir haksızlığa maruz bırakılan (haksızlık çünkü bukowski erkeklerin sefaletini göklere çıkartırken cave aptallığını ve dehşetini sergiliyordu) o şahane romanı bunny munro’nun ölümü’ne rağmen…
patti smith’in çoluk çocuk’u, bir kere daha mahcup etti beni. tamam, şiirle uğraştığını, derin bir kadın olduğunu biliyorum ama dilinin bu kadar akıcı, ışıltılı, gösterişsiz ama sahih olması… zaman zaman aksayan çeviriye rağmen o kadar sarih ki. (çeviri demişken… mesela geniş dokunmuş kumaştan üretilen giysilere ağ değil file diyoruz türkçede. hangi çorapçıya sorsanız söyler. sonra patti paris’ten robert’a attığı kartta “keşke burada olsaydın ve beline kadar açılmış olsaydın” değil, “keşke beline kadar açılmış gömleğinle burada olsaydın” diyor.)
eğer rock, punk, beat kuşağı, 1960’ların muhalif amerikan kültürü tarihine meraklıysanız ginsberg’den chelsea otel’e, janis joplin’den andy warhol’a, bu folklorun birçok önemli simgesinin cirit attığı hikâyeye bayılacaksınız. ama ‘o toplar beni hiç açmaz’ diyorsanız da patti smith ve 1989’da aids’ten ölen robert mapplethrope’un ilişkisini anlatan çoluk çocuk ilginizi çekebilir.
her şeyden önce çok güzel, gerçek bir aşk bu. ‘ruh ikizi’ gibi pespayeleşmişler de dahil olmak üzere, aşkla ilgili aklınızdaki bütün terimleri bir çuvala doldurun, şöyle bir elekten geçirin, çöpü gitsin. üstte kalan bütün güzel şeylerin bulunduğu, arzunun sınırlarını aşabilen bir beraberlik bu. birlikte iyi zaman geçirmekten ibaret olmayan, birbirine ilham vermeyi, birbirine iyi gelmeyi, göz kulak olmayı da içeren, sınırlarını arzunun çizmediği bir yakınlık, birbirini mümkün olduğunca kırmadan başkasını sevebilme mahareti ki bütün bunların ne kadar zor olduğunu hepimiz biliriz.
çoluk çocuk, çağımızın en önemli sanatçıları arasında sayılan, sadece müzikle değil, şiirle ve plastik sanatlarla da uğraşan patti smith’in patti smith haline geldiği yılları anlatıyor, onun şöhretli biri olmayı deneyimlediği dönemi çok az yansıtıyor, anlattığı hikayenin gereği olarak.
bir sanatçı için derin ilham kaynakları ya da eğitim olanakları içermeyen, üstelik epeyce travmatik olabilecek bir talihsizlikle kararan, müthiş bir yoksulluğun, sık sık açlığın ve ama başta rimbaud’unkiler olmak üzere birçok dizenin, cümlenin, güzel şarkıların ve desenlerin eşlik ettiği bir hayat.
bu yıl, isveç’in en önemli müzik ödülü sayılan, (abba’dan stig anderson’ın koyduğu) polar müzik ödülü verilirken patti smith için “o rockn’ roll’da ne kadar çok şiir ve şiirde ne kadar çok rockn’ roll olduğunu gösterdi. patti smith marshall anfileri olan bir rimbaud’dur. bir kuşağın görünümünü, düşüncelerini ve hayallerini değiştirmiştir” denmesi boşuna değil. bu görünüm meselesi üzerinde durulmaya değer bir konu.
sadece patti smith, neredeyse anlattığı her durumda kendisinin, robert’ın ve civarda olan herkesin üzerinde olan her şeyi, saç modellerini ayrıntılarıyla anlattığı için değil. görünüm, onun toplumsal cinsiyet kodları arasındaki serbest gezintisinin önemli bir göstergesi ve parçası olduğu için. saçlarını ilk kez kestiğinde, model olarak keith richards’ın bir fotoğrafını alıyor mesela. kendisini “göndermelerle doluydum” diye tanımlıyor. robert’ın çektiği ve horses albümünün kapağı olan o ünlü fotoğrafta, ceketini omzuna atarken frank sinatra’ya gönderme yapıyor. siz sormadan ben cevaplayayım. kadınlara hiç ilgi duymuyor, kendisini bir an için bile “erkek” olarak tanımlamıyor patti smith. oysa bütün versiyonlarıyla muhafazakarlık, bize kadının kadınlığını bilmesi ve tayyör-dekolte-cilve şeytan üçgeninde kalması gerektiğini söylüyor. trans hareket ise, bir kadın erkeklerin kıyafeti ve beden dilini tercih ederse artık kadın olmayacağını söylüyor. oysa erkeklerin boncuk takıp saç uzatmaya başladığı 68’lerin belki de en özgürlükçü yanlarından biri bu; erkek ve kadın görünümü arasındaki farkın biraz olsun silinmesi.
genç kadın şarkıcıdan beklenenler: güzellik, seksapel ve aşk şarkıları
patti ile robert’in ilişkisinde ise rollerin altüst oluşu çok daha ciddi bir biçimde karşımıza çıkıyor. erkekliğe atfettiğimiz birçok özellik, mesela evin ekmeğini sağlama patti’ye mahsusken, fuhuştan süs merakına “kadınlara mahsus” pek çok özellik robert’ta mevcut. dışarı çıkacakları zaman patti on dakikada hazırlanırken robert’ın hangi kolyeyi takacağına karar vermesi daha uzun sürüyor mesela. robert cinsel yönelim konusunda ise patti’den farklı, erkeklere de ilgi duyuyor ve seks işçiliği yapıyor.
robert yakışıklı, havai, dikkat çekmeye meraklı, şöhretli olmak istiyor, andy warhol ve şürekasına bayılıyor. patti ise çelimsiz, silik bir görünümü var, ağırbaşlı, gösterişten hoşlanmıyor, warhol’a haklı bir şüpheyle yaklaşıyor, esas olarak yaratıcılığını geliştirmeyi hedefliyor ve onun da dikkat çektiği üzere, robert’tan daha önce üne kavuşuyor.
patti smith müzikle ilgilenmeye başladığında yanı başında janis joplin var. aradan onlarca yıl geçti, eline gitar alan bir genç kızın örnek alabileceği kadınların adları bir nefeste sayılabilir. bunların en önemlilerinden biri olan ve birlikte white stripes’i kurdukları jack white’a soyadını vermiş de bulunan meg white’ın iki yıl önce patti smith’in oğlu jackson’la evlendiğini de hatırlatayım; kadın her türlü yararlı! jackson’ın babası ise patti’yle de çalan, mc5’in eski gitaristi fred “sonic” smith. patti’nin onunla sırf soyadı değişmesin diye evlendiği de söyleniyor. 1994’te kalp krizinden ölen fred ve patti’nin birbirlerine fiziksel benzerlikleri de dikkate değer.
magazin parantezini kapayıp tekrar müziğe dönersek... genç bir kadın müzik yapmak istediğinde ondan güzellik, seksapel ve aşk şarkıları bekleniyor. kadın müzisyen denince akla doro gibi sert müzik yapan, agresif bir seksapel sahibi, güçlü kadınlar gelmiyor. tıpkı giysilerde, vücut dilinde, cinsel yönelimde olduğu gibi, şiir ve müzikte de kadın ve erkek rolleri kalın sınırlarla ayrılıyor, mutlaklaştırılıyor. patti smith, sanatı ve hayatıyla bunları aştığı için de çok önemli bir kadın. çoluk çocuk ise, bunların yanı sıra, yaratıcılığın yetenekle sınırlanmayacağını, mutlaka bir ya da daha fazla mecra bulup akacağını ve kendini özgürleştirmeye çalışan bir ruha hiçbir şeyin engel olamayacağını, hani iliklerinize kadar derler ya, öyle hissetmenizi sağladığı için okunmaya değer. kendinizi bu kitaptan mahrum bırakmayın bence.
Yeni yorum gönder