Geçtiğimiz ay patlayan halk ayaklanması sayesinde Mısır ve başkenti Kahire’nin adını sıklıkla işitmiştik. Televizyon kanalları ve gazetelerde gerek Mısır, gerekse isyanın akıbeti hakkında çok sayıda siyasi yorum da yapıldı. Ancak bütün bu yorumlardan çıkan sonuç, hemen her konuda fikir üreten onca yorumcu arasında Mısır hakkında bilgi sahibi olanların azlığıydı. Aslında yokluğu da denilebilir. Ne yazık ki Türkiye’de gözler hep Batı’ya, daha doğrusu gelişmiş ülkelere çevrili. “Geri kalmış” olduğunu varsaydığımız ülkeler ve halklarına karşı kayıtsızsız. Söz konusu kayıtsızlık sadece siyasi ve toplumsal alanlarla sınırlı değil, o ülkelerin sanat ve edebiyatına da ilgi gösterilmiyor. Bu nedenle Arap ülkelerinde ya da Müslüman ülkelerde baş gösteren isyanlarla ilgili söylenenler, o toplumların iç dinamikleri hiç hesaba katılmadığı için, at yarışı tahminlerinin ötesine geçemedi. Oysa, söz konusu yorumcular biraz Necip Mahfuz okumuş olsalardı, Mısır toplumunun gerilimlerinin farkındalığıyla, bugüne dek bir çok benzeri yaşanan isyanı farklı veçheleriyle değerlendirebileceklerdi.
“Necip Mahfuz artık yaşamıyor” diyebilirsiniz; ama onun hemen her romanında Mısır halkının daha önceki isyan ve devrimler karşısındaki beklenti ve hayal kırıklıklarını eksiz işlenmiştir. 1911 doğumlu Necip Mahfuz’un hayat hikayesiyle, modern Mısır’ın siyasi ve toplumsal tarihi çakışır. İster Kahire’de bir sokağa, ister bir aileye, ister kutsal kitaplara diksin gözünü, onun ilgilendiği Mısır halkı, Mısır insanıdır, bu toplumun yaşadığı sıkıntılar ve sıkıntıların kaynaklarıdır. Kimi zaman allegoriyle, kimi zaman sembollerle, meforlarla anlatır ülkesinin tarihini; “ülkesinin içinde bulunduğu durum hakkında açıkça ve doğrudan konuşmak için hayal gücünü kullanan büyük bir sanatçıyı, olağanüstü bir yazarı bulursunuz karşınızda”.
Aşktan söz ederken bile...
Mısır bağımsızlığına kavuştuğunda yedi yaşındaydı Necip Mahfuz. O günlerin coşkusuyla Arap milliyetçiliğini benimsedi. 1950’li yıllarda Milliyetçi Parti’nin sol kanadına yakın duruyordu. 1952’de gerçekleşen Temmuz Devrimi’nden yanaydı. Ancak sosyalist iddialı Nasır döneminin anti-demokratik ve totaliter yapısı, onda düş kırıklığı yarattı. Sosyalistlerle arası bozulduktan bir süre sonra, 1959 yılında yayımlanan “The Children of Gebelaawi” (‘'Mahallemizin Çocukları') romanıyla bir başka kesimin düşmanlığını kazanacaktı; önceleri El Ehram gazetesinde tefrika edilen roman, kitaplaştığında, İslam dünyasının en eski dini kurumu sayılan El Ezher Üniversitesi tarafından yasaklandı. 'Dini aşağılıyor' iddiasıyla Başkanlık Sarayı'na şikâyet edildi. 1967'de Beyrut'ta basılan romana ilişkin yasak, uzun süreli oldu. Öyle ki, İslami köktendinciliğin yayıldığı 1980'lerde, kitap hem yazar hem okuyucular için iyice tehlikeli bir hal aldı. Nitekim, 1994 yılında radikal İslamcılar tarafından Mahfuz’a yöneltilen tehditlerin artmasının ve aynı yıl yazara karşı düzenlenen suikast girişiminin temelinde de bu kitabın günlük bir yayın organından yeniden basılması gösteriliyor. Necip Mahfuz’la İslami kesim arasındaki gerginlik ölümünden kısa bir süre önce giderilmiş, Mahfuz Müslüman Kardeşler’e üye olduğunu yalanlamakla birlikte, halkın sevgisini kazanan örgütün çalışmalarını takdirle karşıladığını belirtmişti.
30 Ağustos 2006’da, 95 yaşında ölen Mahfuz, geride kırk kadar roman, yüz kadar öykü ve otuzu aşan senaryo bırakmıştı. Ancak bu dev külliyattan Türkçeleştirilenler çok sınırlı kaldı. Benzer bir modernleşme sürecinden geçen, benzer sancılar yaşayan bir toplumun sorunlarını dillendiren bir yazara, hele ki başyapıtlarına bu denli yabancı kalmak ciddi bir kayıp. 2011 yılının doğumunun 100.yılı olması nedeniyle eserlerinin yeni çevirilerinin yapılması, gecikmeli de olsa bu kaybı umarım biraz miktar telafi edecektir.
Geçtiğimiz günlerde yayımlanan “Aşk Zamanı” adlı kısa romanında, adı üstünde, aşka dair bir hikaye anlatıyor. Ama aşkı merkezine koymadan yapıyor bunu. Necip Mahfuz, uzun zamana yayılan karşılıksız bir aşk üzerinden Mısır toplumundaki gerilimleri, kadın erkek ilişkilerini, zenginlik ve yoksulluğu, ailenin, okulun, dinin, sanatın toplumsal karşılıklarını sergilemiş.
Zamanla değişen
1900’lu yılların başı, Mahfuz’un şehri Kahire’de bir mahalle, mahalle içinde varlıklı bir ev. Evsahibi Ain Hanım, elli yaşına gelmiş dul bir kadın. Bütün arzusu altı yaşındaki oğlu İzzet’i iyi bir insan olarak yetiştirmek. Ne var ki annelik zaaflarıyla bir dediğini iki etmediği oğlu İzzet annesine pek benzemez. Çalışmayı sevmez, annesinin yardımseverliğini küçümser, etrafındakilerle eşit ilişki kurmayı beceremez. Ailenin mirası varken kendisi için bir gelecek tasarımı da kurmaz. Bu nedenle eğitimini de yarım bırakacaktır. Aslında bir tutkusu var İzzet’in; çocukluk arkadaşı Bedriye’ye duyduğu aşk. Ne var ki annesi Bedriye ile evlenmesine karşı çıkacak, Bedriye İzzet’in en yakın arkadaşı Hamdun ile evlenecek, İzzet’se ihanet edilmişliğin hırsı ile girdiği bir ilişki sonucunda genç yaşta baba olacaktır. Daha sonra İzzet, annesinin zoruyla sürdürdüğü evliliğe katlanamayıp evi terk eder. Bir tesadüf eseri karşılaştığı Hamdun ve Bedriye ile tiyatro işine atılır. Onların arasında yaşarken Hamdun’un gizli siyasi ilişkilerini fark eder, Hamdun bir cinayet zanlısı olarak tutuklandığında Bedriye ile yeniden bir araya geleceklerini düşünür. Ancak olaylar herkesi farklı yönlere savuracaktır…
“Aik zamanı” kısa bir roman ama elli yıllık bir zaman dilimine yayılıyor. Bu nedenle ülkesinin zengin sözlü anlatım geleneğini kullanmış Mahfuz. “Keskin bir hayal gücüyle yoğrulmuş hakikati” anlatan bir hikayecinin ağzından, Aim adlı değerli bir kadına dair övgü dolu bir hikaye dinliyoruz. Anlatısını daha baştan hikâye formuna yerleştiği için anne-oğul dışındaki karakterler üzerinde fazla durmuyor ama bu iki karakter etrafında 20. yüzyılın ilk yarısında Mısır toplumunda yaşanan değişimleri sergiliyor. Daha önemlisi, o değişimlerle roman kişilerinin kaderlerinin değişiminin çakışması. Tam da Nobel ödülünün kazanma nedeni gibi; “zamanı bir insan topluluğunun kaderini yavaş yavaş değiştiren evrimlerin ya da devrimlerin büyük düzenleyicisi olan apayrı bir karakter olarak kullanıyor.”
Necip Mahfuz zamanı
Kadın erkek ilişkileri, evlilik kurumu, mahalle hayatı, dini eğitim, kadınların sahneye çıktığı tiyatroların açılması, Kahire’nin gece hayatı… Mısır’ın modernleşme sürecinin sancıları olarak hikayenin arka planında ama hep göz önünde. Belki de değişmeyen tek şey yeraltında sürdülen siyasi faaliyetler.
Mahfuz’un romanlarında ailenin ve mekânın simgesel bir önemi vardır. Nitekim, Mısır’da mahremiyet perdesi ile korunan özel hayatın birey ve toplum üzerinde yaptığı etkilerle aslında politikanın ta kendisi olduğu “Aşk Mevsimi”nde de hemen fark ediliyor. Sonuçları hayırlı olmasa bile İzzet’in, Bedriye’nin ve Hamdun’un özgürlüklerine kavuşabilmesi için, ailelerinden ve mahalleden kopmaları gerekir. İlk nesiller için yıkıcı olabilecek bu özgürlük, İzzet’in üniversite tahsili için İngiltere’ye giden oğlu açısından gerçek anlamda bir kopuş potansiyeli barındıracaktır.
Değindiği konuların ülkesi ve benzer süreçlerden geçen, aslında bir türlü geçemeyip Doğu-Batı arasında sıkışıp kalan diğer ülkeler aöısından önemini bir kenara bıraktığımızda, ülkesinin yüzlerce yıllık anlatım geleneğinin, şiirsel bir dilin mirasını devralmış bir yazar buluyoruz karşımızda.
Şimdi tam Necip Mahfuz okuyacak bir zamandayız. Ve onunla tanışmak için “Aşk Zamanı” çok iyi bir seçim...
Uzun bir zamandır ortadoğu edebiyatına ilgi duyuyor olmakla birlikte "Kahire Üçlemesi" ile tanıdığım Necip Mahfuz, benim için çok özel bir yerde. Türkçeye tercüme edilen her kitabını okuduğum yazarın daha fazla eserinin dilimize kazandırılmamış olmasını bir kayıp olarak görüyorum. Dünya çağında bir yazar olduğuna inanıyorum.
Necip Mahfuz'un kitaplarıyla 2 yıl önce tanıştım. İlk okuduğum kitap "Cebelavi Sokağının Çocukları'ydı. İşte dedim benim aradığım yazr bu işte. Sonra 1 kitabını daha okudum. Şimdi 11. kitabını okumaktayım. Çok büyük bir yazar olduğunu okudukça görüyorum.
Mısır'ı şu an çok iyi biliyorum Necip Mahfuz sayesinde.
Yeni yorum gönder